Film Eleştirisi, Sinema, Film eleştirileri, Film kritik, Film yorum
Film Eleştirisi, Sinema, Film eleştirileri, Film kritik, Film yorum


Uçurtma Avcısı / The Kite Runner
Yazan : Özgür APAK






Bir doğru kaç yanlışı düzeltir?

Film boyunca aklımda hep bu soru döndü dolandı. Afganistan ile ilgili Mohsen Makhmalbaf’ ın muhteşem “Kandahar” filminden beri beni etkileyen bir film çıkmamıştı Orta Doğu’ dan… Ancak “The Kite Runner” en az “Kandahar” kadar üzdü, dağıttı; koca bir yumruyu boğazıma tıkadı…

Amir, Afganistan’ da zengin bir ailenin çocuğudur. Babası, komünistlerden de şeriatçılardan da nefret eden ancak kapitalizmin kucağına düşmemiş bir adamdır. Evdeki yardımcılardan Ali’nin oğlu Hassan ile de çok yakın arkadaşlardır ve beraber uçurtma takımındalardır…

Aslında şimdi konuyu kısaca yazmaya çalışırken ne çok ayrıntıyı atladığımı fark ettim ve de kısa özet kısmına devam etmemek daha anlamlı geldi bana şimdi…

Amir, Hassan’ın kendisi için turnuvada kazandığı bir uçurtmayı almaya giderken başına gelen ve de Hassan’ın hayatını derinden etkileyecek ve de Amir’in vicdan denen şeyi unutmasına neden olacak bir olaya tanık olur. Sadece tanık olur; korkaklığından hiçbir şey yap(a)maz ve de olayı hiç olmamış sayar… Hatta hafızasından bile silecek kadar… Filmin birçok yerinde Hassan’ın sadakatle köleliği karıştırmış olduğunu farkediyor olmanız gerçekten içinizi parçalıyor. Elbette bu, biz dışarıdan baktığımız, bakabildiğimiz için böyle. Çünkü güçlü olanın güçsüz olandan beklediği kayıtsız şartsız itaat, güçlünün nezdinde sadakat olarak adlandırılır. Özgürlük ya da isyan ise “hainlik”, “kıymet bilmezlik” ve “nankörlük” olarak… Ama Hassan rolünü o kadar iyi oynuyor ki, boğazınızdaki koca düğüm film boyunca gitmiyor.

İşin en ilginç tarafı Amir’in, babasının karakteri ile hiç alakası olmayan korkak yanı… Filmin bir sahnesinde babanın, Afgan bir kadına tecavüz etmek isteyen bir Rus askerine karşı ayaklanışı ile Amir’in bu olaya tepkisini gördüğünüzde filmdeki acı daha bir oturuyor içinize… Amir, babasının sayesinde Taliban rejimi gelmeden önce Amerika’ ya taşınır. Orada hayalini kurduğu büyük yazar olma adımlarını atar; ilk kitabı basılmıştır. Sonrasında bir telefon onu yeniden Afganistan’a çağırır ve Amir’in yıllardır içine gömdüğü sır, babasının uzun yalanı ile daha da dayanılmaz bir hale gelir ve vicdan denen şeyle ilk ciddi karşılaşmasını yaşar…



Taliban rejiminin sonuçlarını önümüze yıkan film, bir yandan bu vicdan muhasebesini bize gösterirken diğer yandan din, şeriat gibi söylemlerin arkasına saklanarak çocuklara ve kadınlara olmadık kötülükleri  yapan, aklınıza gelebilecek en kötü sözlerin bile içinizdeki öfkeyi dindiremeyeceği bu mahlukları da bize gösteriyor. Öyle ki, “kutsal” ın ne olduğunu sorgulamadan edemiyorsunuz. Shoei Imamura’nın 11 Eylül üzerine çektiği bir filminde de karakterine söylettiği üzere, “Kutsal savaş diye bir şey yoktur!” Evet yoktur; bence de yoktur! Ancak ne var ki tüm film boyunca, tüm insanlık adına bu Taliban rejimini ortadan kaldırma güdünüz alıp başını gidiyor; kutsallık adına mı, hayır!

Amir’ in, babasının kendisinden uzun yıllar sakladığı gerçekle ve kendi yanlışları ile karşılaşması gerçekten büyük bir yıkım oluyor onun için. Belki de bu büyük yıkım onu insan olmaya biraz daha yaklaştırıyor ve çok daha önce, yıllar önce çocukluğunda yapması gerekenlerin bir benzerini yeniden karşısına çıkarıyor. Kim bir kere daha görmezden gelebilir ki? Amir de gelemiyor zaten; insanım diyenin görmezden gelebileceği bir şey değil bu. Şairin de dediği gibi; “Kötülük, her çağda din değiştiriyor”

Film bir büyük acıyı, bir büyük yanlışı bir daha ortaya çıkmamacasına kendi içine gömen Amir’in cehenneminden kurtulma çabasını anlatıyor. Hem Afganistan ve din, hem de vicdan cehenneminden… Çok acı bir film…

Birçok yerde film üzerine eleştirileri okurken, “batının oryantalist bakış açısının tutsağında kalmış bir film” tanımına denk geldim. Kuşkusuz dileyen dilediği tanımı yapabilir; ancak bu filmde anlatılan / yaşanan şeylerin şeriat, cehalet ve geri kalmışlıkla organik olan bağını nasıl göz ardı edebiliriz?
Bu filmi izlemiş, tanıdığım ve fikirlerine güvendiğim bir sinemaseverin şöyle bir yorumu oldu: “Ben de benzer duygularla izledim filmi; ruhum sıkılarak, gözyaşlarımı tutamayarak ama sıcak evimde, sigaramı tüttürerek ve çocuğumun bunları yaşamadığına, utanmadan sevinerek izledim.”

Bir filmin ağlatması, o filmi başarılı kılmıyor benim nazarımda, hatta öylesi filmleri izlememeyi tercih ediyorum; ancak “The Kite Runner ” benim bile tavsiye edebileceğim bir film. Filmi izledim ve ben nasıl, hala akıl sağlığımı koruyarak yaşama devam edebiliyorum, şaşıyorum.

“Sadece ağladım, gözyaşlarım inciye dönüşmedi üstelik.”MARC FORSTER

Gözyaşlarının inciye dönüşmesi masalı filmin en can alıcı noktalarından biridir.Hiçbir duygu sömürüsüne bulaşmadan, salya sümük bir kadraja gerek duymadan, müthiş oyunculuğu ve de güzel kurgusu ile derdini harika bir şekilde anlatan bir film The Kite Runner. Ben derim ki, herkes izlemeli ama çocuklarla değil. Orada olanları hiçbir çocuğun görmesini istemem, en azından o yaşında…

Ancak bir not eklemek isterim: Filmin yönetmeni olan Marc Forster, her ne kadar iyi bir iş çıkarmışsa da bu filmden dolayı takip edilmeyi hak eden / hak etmiş bir “author” yönetmen değildir. Yani belli durumları / sorunları kendisine dert etmiş ve tüm sinema hayatını buna adamış bir yönetmen değildir; bu film diskografisinde diğer filmlerle hiçbir bağlantısı olmayan biricik bir yapımdır. En basit ispatı, bu filmle hiçbir alakası olmayan, hatta aksine tam zıttı bir zihin yapısıyla bir sene sonra çekilmiş olan James Bond: Quantum Of Solace filminin de yönetmeni olmasıdır. Buradan varılabilecek sonuç: Filmin başarısındaki asıl payın yönetmenin değil, kitap yazarı (Khaled Hosseini’nin kitabından uyarlanmıştır) ile senaristin olduğudur..


Bu Eleştiriyi Paylaşın!