Bu yılın 4 Ocak’ında Amerika’da vizyona girmiş bir filmden bahsedeceğim sizlere. Türkiye’ye ne zaman gelir emin değilim .Aklınızda bulunsun diye bu yazıyı yazıyorum; şimdiden önleminizi alın.
Cuba Gooding Jr. zaman zaman beğendiğim zaman zaman ise oyunculuğundan zerre hazmetmediğim bir adam. Belki de prodüktörlerin yanlış “Cast” seçimlerinden dolayı kendisine uymayan rollerle buluşmuş olabileceğinden, bazı rollerine ısınamamış olabilirim… Kendisi bu filmdeki ana karakterimizi canlandırıyor.
Öncelikle şunu belirteyim ki, bu film bir bilim-kurgu film değildir. Filmin içerisinde zaman makinesi olması onu bir bilim-kurgu filmi yapmıyor çünkü. En popüler bilim-kurgu öğelerinden olan “Zaman Makinesi” öğesi filmin senaryosunda pek iğreti duruyor. Yani onun yerine aynı işi yapan, ne bileyim “Solucan Deliği Derin Dondurucusu” gibi bir şey konmuş olsaydı bile filmdeki hiçbir şey eksilmezdi sanırım. Bu anlamda çocukluğumun hemen tüm bilim-kurgu filmlerinde aklımı başımdan alan bir alet, bu filmde bir figüran bile olamamış. Açıkçası bu haksızlığa dayanamadım. Bu nedenle film için çok iyi şeyler söyleyemeyeceğim…
Cuba Gooding’in karşısındaki kötü karakter ise Amerikan Sineması’nın klasik kötü adamlarından Neal Mc Donough. Kaç filmde izledim hatırlamıyorum… Yani bir klişeler silsilesi ile karşı karşıyayız.
Film gerçek cinayet hikayeleri yazan bir gazeteci yazarın kendisinin de içine gireceği, girmek zorunda kalacağı bir olay gelişimi ile başlıyor. Yine klasik bir kod olarak boşanmak üzere olan, “işi ile evli” karakterin dağınık yaşamına bir kesitle giriyoruz.
Neden Amerikan Sineması’nda kötü olaylar hep bu kendini içkiye veren, işini ailesine tercih eden adamların başına geldiğini sorgulamadan edemiyorsunuz. Çok sıkıldım açıkçası bu durumdan. Mesela Mel Gibson’un, filmlerinin yarısında ya boşanmış ya da boşanmak üzere olduğunu görürsünüz… Diğer ünlü polisiye oyuncularından bahsetmiyorum bile…
Her neyse. Şimdi bu yazarın takıldığı bir başka kadın vardır; bölge savcılığında çalışmaktadır. İşte o kadınla bir gündüz vakti, adamın bu boşanma durumu üzerine kavga ederler ve barışmak için akşam bir şişe şarapla kadının evine gider yazarımız. Fakat içeri girince görür ki, kadın kendi odasında, yatağının üzerinde vahşice (ama gerçekten vahşice) öldürülmüştür. Katil o esnada evdedir ve bizim yazarla aralarında bir kavga çıkar, sonra yazar biraz dayak yer ve adam kaçar… Adam kaçarken günlüğünü düşürür… Yazar bir de bakar ki günlüğe, cinayetler bununla kalmayacaktır, devam edecektir…
Buraya kadar klişelerle gelen bu hikaye, sonrasında bir klişeyi daha ekler bünyesine, ne mi o? Tabii ki yazar olayı kendi çözmek ister; bir kaç arkadaşı hariç kimseye haber de vermez. Yani Cuba Gooding’i çıkar Mel Gibson’ı koy; onu da çıkar Denzel Washington’u koy… Hiçbir şey fark etmez, sanki daha önce izlemişsiniz hissiyatına kapılabilirsiniz ama…
Devam edelim… Olaylar öyle çapraşık bir hal alır ki, öldürülen onca kadının ortak noktası yetimhanedeki bir çocuktur… Sonrası mı? Zırvalıklar silsilesi! Zaman Makinesi burada devreye giriyor, ama ne giriş! Bu küçük çocuğumuz yazarımızla konuşurken astronot olmaktan, bilim adamı olmaktan filan bahsediyor… Daha fazla açıklayamacağım, çünkü filmin var olan tek esprisini de afişe etmek istemem ama filmdeki bir diyalog beni benden aldı, yazmadan edemeyeceğim: Kötü adamımız yaptığı zaman makinesini yazara gösterirken (gösterdiği şey bir eski tip zincirli yelek cebi saatidir) “Portatifini yaptım” diyor… Sanki yazar portatif olmayanını görmüş de zamanında beğenmemiş gibi, “portatifini yaptım” diyor. Efsaneler ötesi bir diyalog. Ayrıca zaman makinesinin tasarımında neden bir eski tip saat kullanılmış anlamak mümkün değil. 2032 yılında endüstriyel tasarım bayağı gerilemiş herhalde… Neyse…
İşte bu Zaman Makinesi öğesini filmin içine alarak öyle bir olay kurgusuna gidiliyor ki, dillere destan… Dolayısıyla böyle bir olay örgüsünü ancak bir zırvalıkla çözebilirlerdi, tam da öyle olmuş. Bir de finale klişelerin şahı “Amerikan Sineması’nda Ailenin Korunumu Kanunu” eklenince, tadından yenmez bir hal alıyor film. Olan, filmin başında kavga edilen yeni sevgiliye oluyor; sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi… Aslında yönetmenin adını ilk okuduğumda farkına varmam gerekirdi; kendisi CUBE serisinin en kötüsü olan CUBE ZERO’nun da yönetmenidir. Bu bilgiyi, önyargı oluşturmasın diye filmi izledikten sonra yaptığım araştırmada buldum. Eğer önceden biliyor olsaydım, izlemek konusunda tereddüt edebilirdim açıkçası.
Senarist daha başka bir çözüm bulabilseydi iyi bir polisiye olabilecekken, film bir bilim-kurgu karikatürüne dönüşmüş. İçinde sinemaya dair hiçbir şey olmayan sıradan bir şey haline gelmiş.
Oyunculuk vasat. Diyaloglar sıradan. Görsel bir şölen filan gibi şeyler de yok. Aksiyon orta seviyede; dikkatli bir izleyici filmin ortasında kurguyu çözebilir… Peki , ne kaldı geriye? Kaybedilmiş 101 dakika; sinema, patlamış mısır ve Cola’ya ödediğiniz paranın sizde yarattığı yutkunma hissi…
Bu Eleştiriyi Paylaşın!