TÁR, yalnızca bir karakterin portresi değil; aynı zamanda güç ilişkilerinin, cinsiyet rollerinin ve iptal kültürü ile sanatçının ayrılmaz gerilimli ilişkilerinin de eleştirisi.
Lydia Tár sahnede bir maestro, perde arkasında ise kendi iç sesinin kakofonisiyle boğuşan bir kadın. TÁR, bir dehanın gücünün sınırlarını zorladığı, ancak kontrol etmeye çalıştığı dünyasında yavaşça çözüldüğü bir düşüş hikâyesi.** Müzik burada sadece bir arka fon değil; karakterin yükselişini, çöküşünü ve belki de hiç bulamayacağı kurtuluşunu işaret eden bir pusula.
Todd Field, Hollywood'un nadir üretkenlikte ama bir o kadar da seçici çalışan yazar-yönetmenlerinden biri. Hatırlarsanız 2001 yapımı *In the Bedroom* ve 2006’daki *Little Children* ile Amerikan taşrasının karanlık portrelerini çizmişti. Bu iki filmde de, bireyin bastırılmış arzuları ve toplumsal rollerle çatışmaları ön plandaydı. Yaklaşık 16 yıl süren bir sessizliğin ardından gelen TÁR, Field’ın filmografisinde bir dönüm noktası. İtiraf ediyorum ki bu yıllar sonra gelen harika filmi bir süre bende ihmal etmiş gibi duruyorum. Önceki işlerindeki içe kapanık karakter analizlerini bu kez daha entelektüel, küresel ve sanat çevresiyle iç içe bir dünyaya taşıyor bana kalırsa.
Stilistik olarak, Todd Field’ın tercih ettiği sabırlı kamera hareketleri, karakterlerin yüzlerinde uzun süre kalmakta ısrar eden planlar ve ağır tempo, *TÁR*’da da kendini gösteriyor. Ancak bu filmde daha kompleks bir zaman yapısı, bilinç akışına yakın bir anlatı ve anlatıcının güvenilmezliği gibi unsurlarla, yönetmen sinemasal dilini yeni bir seviyeye taşıyor. Alabildiğine sine-masal bir anlatıda siz kendinizi harika bir kitabın damağınızda lezzetli şapırtıları ile filmi izliyorsunuz. Abartıyorum sanmayın, özellikle gerçekliğin kaybolduğu sahnelerde geriden gelen sesin bile filmin anlatısına katkısını gözden kaçırmayın lütfen.
Cate Blanchett: Tek Kişilik Senfoni
Bu filmde Cate Blanchett’in performansı yalnızca bir oyunculuk değil, adeta filmin kendisi.. Blanchett, Lydia Tár karakterine öylesine nüfuz ediyor ki, karakteri neredeyse fiziksel olarak duyumsuyorsunuz. Tár’ın kibriyle zekâsı arasındaki ince dengeyi kurarken, Blanchett mimiklerinde, nefes alışında, yürüyüş ritminde bile bu karakterin kimyasını yansıtıyor. Geçmişte *Blue Jasmine*’deki nevrotik çözülüşüyle dikkat çeken Blanchett, burada çok daha kontrollü ama bir o kadar da sarsıcı bir performans sergiliyor. Bakın onu Avangers'a koyun orada bile akılda kalır sahneleri ile kesinlikle.
Noémie Merlant (asistanı Francesca) ve Nina Hoss (eşi Sharon) hikâyenin yalnızca arka planındaki figürler değil. Her biri Lydia’nın iktidar alanındaki çatlakları görünür kılan aynalar gibi. Özellikle Sharon karakterinin sonlara doğru aldığı duruş, Blanchett’in dominantlığına karşı sessiz ama güçlü bir direnç oluşturuyor. Sophie Kauer’ın Olga rolü ise karakterin zihinsel dengesizliğini daha da görünür hale getiriyor: Lydia'nın obsesif yapısını tetikleyen, gençlik ve özgürlük sembolü.
Berlin Filarmoni Orkestrası’nın mekanları, konser salonları, Tár’ın modernist dairesi ve okul koridorları… Her biri karakterin zihinsel haritasını temsil eder nitelikte. Soğuk, neredeyse steril estetik; Lydia’nın duygularını bastırdığı, güçle mesafesini koruduğu alanları gösteriyor.
Filmin atmosferi gri tonlarla, uzun sessizliklerle ve zaman zaman neredeyse sinir bozucu denebilecek kadar ritimsiz bir sessizlikle örülü. Bu tercih, karakterin iç dünyasındaki kopuşu daha da derinleştiriyor. Görsel tasarım, hikâyenin gerçeklik algısıyla oynamaktan çekinmiyor. Özellikle filmin sonlarına doğru gerçek ile hayal arasında gidip gelen sekanslar, anlatının bilinç akışı estetiğini tamamlıyor.
Todd Field’ın senaryosu oldukça katmanlı. Dışarıdan bakıldığında bir “iptal kültürü” tartışmasının merkezinde yer alsa da, aslında *TÁR*, bir gücün zamanla kendini nasıl yiyip bitirdiğini anlatan bir karakter çalışması. Tár’ın geçmişteki suistimallerine dair bilgiler net değil; seyirci sürekli bir boşlukta bırakılıyor. Bu da anlatıya etik bir gri alan kazandırıyor.
Diyaloglar ise entelektüel yoğunluğa sahip. Film açılışında The New Yorker röportajı, neredeyse bir sahne değil, bir test gibi işliyor: “Burada kalmak istiyor musun? O zaman bu dünyayı tanımalısın.” Bu bilinçli mesafe, izleyiciyi Lydia’nın dünyasına eleştirel bir gözle bakmaya zorluyor.
Kurgu açısından film, klasik dramatik yapının dışına çıkıyor. Zaman çizgisi parçalı, yer yer rüya sekansları ve bilinç kaymalarıyla destekleniyor. Özellikle geceleri duyulan sesler, sahneler arasında sıçramalar ve Tár’ın zihninin giderek dağılması, kurgunun da giderek çözülmesine neden oluyor. Bu teknik tercih, karakterle olan bağımızı hem sarsıyor hem de derinleştiriyor.
TÁR, yalnızca bir karakterin portresi değil; aynı zamanda güç ilişkilerinin, cinsiyet rollerinin ve iptal kültürü ile sanatçının ayrılmaz gerilimli ilişkilerinin de eleştirisi. Lydia’nın kadın olarak güç kazanması, bu gücü erkek egemen normlara benzer biçimlerde kullanması, izleyiciye feminist bir sorgulama alanı da sunuyor. Ancak film bunu parmak sallayan bir dille değil, karakterin çelişkileri üzerinden yapıyor.
Ayrıca Tár’ın mükemmeliyetçiliği, obsesif kontrol arzusu ve zamanla gerçeklikle bağının zayıflaması, filmin psikolojik boyutunu besliyor. Lydia yalnızca sistemin bir ürünü değil, aynı zamanda bu sistemin sürekliliğini sağlayan bir temsilci. Bu da onu trajik bir figür haline getiriyor.
TÁR, sabır isteyen, çok katmanlı bir anlatı. Kimi izleyici için fazla mesafeli, kimisi için ise yıllar sonra gelen bir başyapıt. Bana kalırsa, Todd Field sineması için bir doruk noktası. Cate Blanchett’in kariyerinin en sofistike performanslarından birine sahne olurken, günümüz kültürel çatışmalarına dair fazla kolaycı olmayan, aksine zorlayan bir bakış açısı sunuyor.
Atmosferin antidemokratik, protestonun boykot olduğu zamanlarda gündemden kaçarken yudum yudum sinema oldu benim için. Kaçırmayın derim...
Bu Eleştiriyi Paylaşın!