Film, Richmond, Virginia’da Temsilciler Meclisi’nin ‘yurttaş ordusu’ kurulmasına karar verilmesiyle başlıyor.
1861-1865 yılları arasındaki Amerikan İç Savaşı’nı konu edinen filmler iki açıdan değerlendirilebilir: Birincisi, daha çok kuzey eyaletlerini savunan, köleliği kısıtlamayı hedefleyen (tamamen kaldırmak demek doğru olmayacaktır, zira Başkan Lincoln’un Cumhuriyetçi Partisi’nde de toprak sahipleri vardı ve bu konu savaştan sonra ele alınmak üzere ertelenmişti), kent kökenlilerin kırsala karşı mücadelesinin vurgulandığı ve siyaset ve Lincoln üzerine odaklanan filmler; ikincisi, savaşta ‘madun’ denilebilecek Afrikalı Amerikalı erkeklerin ve kadınların yaşadıklarıyla ‘ev sahibi’ beyazların hikâyesine odaklanan toplumsal yapıyı anlatan filmler. 1950’lerden itibaren örneklerini gördüğümüz bu iki gruptan siyasi dram türüne örnek olarak John Ford’un Horse Soldiers (1959) ve How the West was Won (1962) filmleriyle daha yakın bir tarihten Spielberg’in Lincoln (2012) filmini verebiliriz. İnsan hikâyelerine odaklanan ve filmler açısından daha zengin olan ikinci grupta ise Gone with the Wind (1939) ile Glory (1989) ilk aklımıza gelenler.
2003 yapımı Gods and Generals ise Birlik’ten (Union) ayrılmayı hedefleyen Konfederasyon gözüyle savaşı anlatması bakımından bu iki grubun dışında yer alıyor. Konfederasyon Komutanları Lee ve Thomas “Stonewall” Jackson üzerine odaklanan film, 1861-63 arasında Konfederasyon’un askeri olarak üstün olduğu bir dönemi anlatıyor. Filmi izlememle ana karakterlerinin Amerika’da daha yeni gündeme gelmesi ilginç bir tesadüf oldu. Nitekim Ağustos 2017’de Charlotsville, Virginia’daki olaylar, bu komutanlardan Lee’nin heykelinin kaldırılması üzerine başlamış, beyazların ‘üstünlüğünü’ savunan yabancı karşıtı grup, Virginia Üniversitesi’nde 1960’lardakine benzer şekilde meşalelerle gece yürüyüşü yapmış, ertesi gün de, bu grubu protesto eden kalabalığın üzerine araba sürülmesiyle olaylar şiddetlenmişti. Trump’un, bu durumu, Cumhuriyetçi Parti’den ayrılarak kendilerine “alternatif sağ” diyen ırkçı bu grup yerine, “her iki tarafın suçu” olarak yorumlamasıyla da siyasi tartışmalar alevlenmişti. Bundan sonra, North Carolina’dan başlayarak Georgia, Alabama ve Texas gibi güney eyaletlerinde Konfederasyon’un sembolü olan bu heykellerin yavaş yavaş kaldırılması gündeme gelmişti.
Bu önbilgiden sonra filme dönebiliriz. 219 dakikalık uzun film, İç Savaş’ın ilk safhası olan 1861-63 arasını anlatıyor. Bundan sonra aynı yönetmenin, hemen hemen aynı uzunlukta olan Gettysburg (1993) filmi izlenirse savaşın askeri boyutu anlaşılmış olur. Gods and Generals, her biri yaklaşık bir buçuk saat süren üç bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, Konfederasyon’un Birlik’ten ayrılmasının siyasi sebebini ve sınıfsal temelini vermeden sadece savaş hazırlığına odaklanırken, ikinci bölüm komutanların insani yönlerine ve savaşın toplumsal boyutuna değiniyor, en can alıcı üçüncü bölüm de komutanların akıbetine ve savaşın birinci safhasının sonunu anlatıyor. Bütün bunlar Birlik’ten ayrılmayı hedefleyen Virginia, Texas, Arkansas ve Kentucky’yi kapsayan Konfederasyon ekseninde ele alınıyor.
Film, Richmond, Virginia’da Temsilciler Meclisi’nin ‘yurttaş ordusu’ kurulmasına karar verilmesiyle başlıyor. Bu siyasi ayrılmadan ne hedeflendiği ve hangi grubun ne gibi çıkarları olduğu çok net verilmese de, Konfederasyon’un ‘yurtsever’ olduğu, ama aidiyetlerinin ulusa değil, Virginia eyaletine olduğu bir komutanın ağzından şu şekilde ifade ediliyor: “I love the Union, but I love Virginia, more.” 1860’larda Avrupa’da bile uluslaşmasını tamamlamamış İtalya, Almanya, Polonya ve Macaristan gibi örnekleri düşündüğümüzde, bu söz aslında, modernleşme öncesinde aidiyetlerin aileye, toprağa veya kabileye bağlı olduğunu ve Norveçli siyaset bilimci Stein Rokkan’ın belirttigi gibi, ulus-devlet oluşturmada savaşın da büyük rolü olduğunu gösteriyor. Filmde, bu aidiyet yanında ikinci önemli aidiyet de dini cemaat olarak gözüküyor. Stonewall, her karar alma döneminde İncil’den pasajlar okurken Noel kutlamasında ‘seçilmiş’ bir cemaat oldukları ve zaferi kazanarak Tanrı’ya yaklaşacakları ima ediliyor. Bu yönüyle, Amerika’ya Avrupa’dan göçler başladığında, Puritenler’in ‘Manifest Destiny’ diye tabir ettiği ‘İlahi Kader,’ yani göç ettikleri bu yeni kıtada ve yeni dünyada bir kurtarıcının geleceği beklentisi ve bunun için bu göçün (bu durumda savaşın) şart olduğu düşüncesiyle de paralellik kuruluyor. Bu, Amerika bayrağı diken Birlik kadınlarıyla gösteriliyor. Diğer yandan, ev hizmetinde çalışan Afrika kökenli kadınlarla, başta aşçılık olmak üzere ‘geri hizmette’ çalışan erkeklerin köleliğin kaldırılmasını istemeleri fakat bunu içinde bulundukları sınıfı sorgulamadan yapmaları, filmdeki bu düşünceyi ve mesajı havada bırakıyor. (Ek not: Bu da aslında House of Cards gibi çeşitli dizilerle filmlerde de gördüğümüz Afrikalı Amerikalılar’ın, başka alanda çalışmalarına izin verilmediği için başta et pişirme (barbeque) olmak üzere, mutfakta ustalaştıklarını ve bu topluluğun aşçılık tarihinin eskiye dayandığını kanıtlıyor. Bugün için belki çok geçerli olmasa da, Amerika’da et ve tavukçulukta hatırı sayılır bir Afrika kökenli usta ve iki-üç masalık mütevazı restaurant sahibi profili olduğunu söylemeliyiz.)
Nitekim filmin ikinci bölümü, Maine’de bir üniversite hocasının derste işlediği ‘doğal haklar’ kavramıyla açılıyor. Bir öğrenci, Jeff Daniels’in canlandırdığı, bir müddet sonra yarbay rütbesiyle savaşa gönüllü katılacak olan Prof. Chamberlein’a “Özgürlük sadece hukukun bir parçası olarak var olabilir” cümlesiyle köleliğin nasıl bağdaştığını soruyor. Profesörün cevabını alamasak da, en azından kuzeyin daha refah içinde olan bölgesinde, Bowdaine College adındaki özel okulda bile böyle bir sorgulamanın olduğunu görmemiz önemli.
Filmin üçüncü bölümü, Konfederasyon’un askeri manevralarını, kuzeye açılmalarını kolaylaştıracak Potemac nehrini geçmelerini ve en önemlisi Stonewall’un planladığı ani baskını konu alıyor. En can alıcı sahne ise, her iki tarafta savaşan İrlandalılar’ın birbirlerini şarkıyla selamlamaları. Konfederasyon’da savaşan bir çavuşun sözü milliyetin insanları birleştirmek için yetmediğini gösteriyor: “They are our brothers. Don’t they know we are fighting for independence?” Stonewall, Lee ve Raleigh gibi komutanların önderliğinde baskının başarılı olması ve Chancellorsville zaferiyle savaşta yeni bir safha açılıyor, fakat bu sırada Stonewall talihsiz bir kazaya kurban gidiyor ve sol kolunu kaybediyor. Burada da General Lee’nin sözü Stonewall’un kıymetini gösterir nitelikte: “He has lost his left arm, I lost my right.” Bütün bu savaş sahnelerinin çekimlerinde, top ateşleri, tüfek ve süngü saldırıları gerçeği aratmıyor ve insan ister istemez bu sahnelerde figüranların ve atların zarar görüp görmediğini merak ediyor.
Gods and Generals, Amerikan İç Savaşı’nın askeri yönlerini ve ana karakterlerini anlamak için iyi bir başlangıç. Özellikle savaş filmlerine ve Amerika tarihine ilgi duyanların başvuracağı ilk filmlerden biri. Ama daha önemlisi, bugün Amerika’da çok derinde yer alan eşitlik, vatandaşlık, özgürlük ve hakimiyet sorgulamalarıyla Konfederasyon’da savaşan komutanların ‘kahraman’ olarak addedilmeleri hakkındaki aktüel tartışmaları anlamak için de izlenebilir.
Bu Eleştiriyi Paylaşın!