Bir tokat gibi iner yüzümüze; evladımız ölmüştür, yüreğimiz dağlanmıştır, oluk oluk kanıyoruzdur ama bir dakika hayat devam ediyordur!
Bu filmi İstanbul’da, 2002 yılında, Alkazar Sinemasında şimdi hayatta olmayan bir arkadaşım ile izlemiştik. Çocuk sahibi olan “biz kadınlar” bu filmde –sadece filmin adından hareketle umduğumuzun ötesinde- bir durumla karşılaştık.
Nanni Moretti Avrupa’da ve tabii ki kendi ülkesinde tanınmış bir erkek yönetmen. Kendisine ait başka bir film izlemedim, dolayısıyla çizgisi (derdi) konusunda genel ve/veya net söylemlerden kaçınacağım ve 2000 yılında çevirdiği “Oğul Odası” filmiyle ilgili fikirlerimi ortaya koymaya çalışacağım.
Bir insanın başına gelebilecek en kötü şey ne olabilir sorusunun cevabı kişilerin cinsiyetine, yaşına ve sosyal statülerine göre değişir kuşkusuz. Ancak genç ya da yaşlı, statüsü ne olursa olsun “evlat acısı” terimini duyduğumuz anda kelimelerimizin tükendiğini düşünürüz. Orası sözün bittiği yer gibidir. İşte tam orada, sözün bittiği yerde Nanni Moretti’nin son derece sade, mütevazılığını sergilemekten kaçınan (ki sergilendiğini hissettiğimiz anda mütevazılık yoktur, tam tersi olarak ortada bir gösteriş budalalığı vardır) görsel anlatımıyla karşı karşıya kalırız. Bir tokat gibi iner yüzümüze; evladımız ölmüştür, yüreğimiz dağlanmıştır, oluk oluk kanıyoruzdur ama bir dakika hayat devam ediyordur! Hayatın devam ettiğine dair ikinci tokadın da sıcaklığını hissederken beklenmedik bir duygu daha sarar bizi; “gidenin” de “kalanın” da bizi sarmaladığı sevgi! Bizim onları sevmemiz! Sevginin dünyayı döndürmeye devam ettiğine olan inancımız!
Nanni Moretti “Oğul Odası” filmiyle Amerika’yı yeniden keşfetmez. Sözcüklerin bittiği yerden itibaren yeni sözcükler bularak ve koyarak bizi şaşırtmayı da istemez bu filminde. Aslında perdede gördüğümüz başımıza gelsin/gelmesin “evladını kaybeden bir babanın” gözünden kendimize bakmaktır. Sanki yönetmen (ve aynı zamanda filmin baş oyuncusu) Nanni Moretti, kendisi sustuğu gibi bizi de susturur. Acı yerini coşkuya bırakıyordur. İç zenginliğimizde ve kalabalığımızda kendi söylenmemiş sözcüklerimizi sıralarız ve şaşırarak bakarız ki yaramız kapanmasa bile iyileşme sürecine giriyordur. O sürecin sonunda ne olur bilinmez ve zaten Nanni Moretti filmin sonundaki o sade ve bir o kadar da samimi anlatımıyla hayatın bundan sonrası için elimize bir reçete vermeyi de amaçlamamıştır bana göre.
Bu filmi çekmek için büyük paralar gerekmemiştir. Ne diyeceğini bilen bir yönetmenin (malzeme olarak duygu sömürüsüne son derece açık bir öykünün) elindeki kamera ve oyuncularla –üstelik uslubunu bozmadan gelişmiş, sağduyulu ve yap/boz’a uğramayan bir senaryo ile- izleyiciyi düşündürtmesi ve “yarın” için hepimize yetecek kadar sakin ve olumlu liman hazırlamasıdır beni hayran bırakan. Bu dünyanın “hallerine” yapacak bir şey yoktur sonucuna varmak, umutsuz bir eleştirelliktir. Nanni Moretti bu filminde umudu, içi dolu ve sessiz kelimelerle izleyiciye söyletir.
Bu Eleştiriyi Paylaşın!