Sanırım bir dostunuzla on dakikalığına bile dışarıda durmak üzerine bahse giremeyeceğiniz kadar soğuk bir kış akşamı, adı söylenince “aa orası neredeydi?, hangi bölgedeydi?” şeklindeki alışılmış tepkilere sebebiyet veren bir Anadolu şehrinde yürüyoruz. Fazla seçeneğimiz olmadığından akşamımızı her zamanki monotonluğundan kurtarmak için sinemaya gitmeye karar veriyoruz. Sinemaya doğru giderken o akşam harika bir film izleyecekmişiz gibi bir his var içimde. Bu arada yürürken üşümesin diye ellerimiz kabanlarımızın yan ceplerindeyken birden haber bültenlerinde spikerlerin uzmanların ağzından yaptıkları “ Buzda düşmemek için eller cepte yürümeyiniz ve yürürken küçük adımlar atmalısınız” şeklindeki uyarılar çınlıyor kulağımda. Hemen ellerimi çıkarıyorum cebimden ve yanımdaki dostumu da çıkarması konusunda uyarıyorum. Tabii bir de zihnimde asla cevap bulamayan o soru : “ Hangi uzmanlar bunlar? Hangi bilim dalının uzmanları bu buzda yürüme tüyoları veren?” Sinemaya yaklaştıkça “Neyse önemli olan düşmeden yürümemiz” diyorum kendi kendime. Sonunda varıyoruz sinemaya.
Salonların sıcacık olacağını düşündüğümden hemen en yakın seansa bilet almaya kalkışmamız gerektiğini düşünüyorum. Afişlere bakarken az sonra üzerinde etraflıca konuşacağımız filmin (Mucize) afişi çarpıyor gözüme; Yazan ve yöneten : Mahsun Kırmızıgül. İyi bir eleştiri yapmak için eleştireceğiniz öğenin veya kişinin önceki olumlu ve olumsuz taraflarını eleştiri yaparken etkisinde kalmamak ve objektif olmak adına zihnimizden geçici olarak silmenin yerinde bir tedbir olacağını düşünenlerden olduğum için Mahsun Kırmızıgül’ün film geçmişini hemen siliyorum zihnimden. Filmin isminden ve belki etkisinde kalır da hayatımızda küçücük de olsa bir mucize gerçekleştiririz (ve sanırım bu da millet olarak filmleri günlük hayatlarımızın her zerresine uygulamamızdan kaynaklanıyor) umuduyla gişeye yaklaşıyoruz. “ Mucize’ye iki öğrenci bileti lütfen.” Aslında öğrenci sayılır mıyız bilmiyorum ama doktora yaptığımız üniversiteye ait öğrenci kimliklerimizle öğrenci bileti alma çabasındayız. Aslında bu davranışımız sırf kendimizi azcık genç hissederiz umudundan kaynaklanıyordu. Zaten tam biletle öğrenci bileti arasındaki fark sade 1 TL. “ Bu seansta hiç yer yok” cevabını alınca film ile ilgili beklentimiz daha da yükseliyor. Bir saat sonraki seans için iki bilet alıyoruz. Zaman geçirmek için sinemanın kafeteryasına dalıyoruz ve iki çay alıyoruz. Çay içtiğimiz kağıttan bardakların ticari hileyle biraz küçültüldüğünü görüyorum ama yine de “ aman boşver, onca sorun arasında kafeteryanın bardaklarının boyutundan başka düşünecek bir şey kalmadı mı?” diyorum. Film saatimiz geliyor, ve ne zaman içinden geçsem ben de büyülü bir odaya giriyorum hissi uyandıran kapıdan dalıyoruz salona.
Fragmanlarla geçecek zamanı düşünürken film hemen başlıyor. Müthiş bir başlangıç. Nostaljik öğeler, çocukluğumuzda kapılarımızdan her gün aynı saatte geçmesini beklediğimiz satıcılar, esnaflık öldü klişesinin yayılmasından önce var olan dükkanlar, ve yıllar sonra gelecek teknolojinin etkisiyle kirleneceklerden olmayan insanlarla tıka basa dolu sokaklar. Bütün bunlar sadece içimizi ısıtmıyor, aynı zamanda çocukluk yıllarımızda öğle yemeğini salçalı ekmekle geçiştirmemize kadar bütün anılarımızın yıldırım hızıyla zihnimizde canlanmasını sağlıyor. Derken bütün bu güzel görüntüyü perdeleyen samimiyetten uzak ege şivesini içeren bir karı koca diyalogu. Diyalogun kahramanlarından biri Doğu’nun sözde unutulmuş bir köyüne koşarak gitmeyi kafasına koymuş muallim Mahir hoca. Mahir hoca aracılığıyla servis edilen bu olayı görünce yıllar önce “Pardon” filminde Ferhan Şensoy’un sorgudayken baş komisere askerlik için “amirim kusura bakmayın ama kimse askere dörtnala gitmez” cümlesinin “askere” sözcüğünün “ doğuya” sözcüğüyle değiştirilmiş versiyonunun burası için harika bir söylem olacağını düşünüyorum, hele de Mahir hocanın evli ve çocuğu olduğu gerçeğini göz önünde bulundurursak. Derken Mahir hoca soluğu bahsi geçen köyde alıyor ve mucize tanımına yaklaşması söz konusu bile olmayacak şeyleri gerçekleştirmek için kolları sıvıyor.
Film ilerledikçe Masun Kırmızıgül’ün önceki filmlerinden farklı olan bir detay ortaya çıkıyor. Önceki filmlerinde hiçbir şekilde yer vermediği güldürü unsurlarına bu filmde fazlasıyla yer veriyor. Kırmızıgül’ün sürekli mesaj verme kaygısı içinde olduğunu düşününce güldürürken düşündürmeyi amaçladığı çıkıyor ortaya. Ancak bunu yaparken, sürekli güldürü unsurları içeren projelerde karşımıza çıkan BKM oyuncularına sırtını dayaması göz ardı edilecek bir detay değil. Ayrıca güldürü unsurlarının neredeyse tamamı kadın bedeni üzerine olması ne yazık ki hiç de komik değil. Bu nokta da “sansürsüz sanat olmaz dediğinizi” duyar gibiyim. Evet katılıyorum size. Sansürün sanat için çoğu zaman bir tür gereksiz ve bir o kadar da zararlı bir budama olduğunu düşünenlerdenim. Ancak filmde bir kaçı hariç güldürme amaçlı kullanılan öğelerin büyük çoğunluğu ölçüsü kaçırıldığı için kadını cinsel obje olarak görme zihniyetinin önemli komponentleri olarak çıkıyor karşımıza. Bütün bunlar kadını ev işleriyle meşgul, evdeki erkeklere kendilerini kralmış gibi hissettirecek ne varsa yapmak zorunda olan, beceriksiz ve duygusal birer yaratık olarak gören ve ancak bu görevlerini başarıyla tamamladıklarında “angels in the houses” (evdeki melekler) tanımını hak etiklerini düşünen 19. Yüzyıl Victoria dönemi zihniyetinin sanki birer yansıması gibi.
Film ilerliyor, beklenti gittikçe artıyor. Sonuçta gerçekleştirilecek bir mucizeyi bekliyor salondaki herkes. Bu arada ilerledikçe konu bütünlüğüyle tamamen alakasız detaylar bir bir seyircinin gözüne sokuluyor, ve kadın üzerinden dönen bu detayların bazıları en ince detayına kadar sürekli tekrar şeklinde servis edilmesi dayanılacak gibi değil. Üzgünüm ama eğer zihin yorgunluğu yaşadığınız bir günde sinemaya gidiyorsanız, bu gereksiz detayları konuyla bütünleştirmeniz için not bile tutmanız gerekebilir, ancak yine de başaramazsınız çünkü bunlar filmi gereksiz bir uzunluğa hapseden alakasız detaylar. Bunun yanında sürekli bol diyaloglu sahnelerden, diyalogsuz ve içi fon müzikleriyle donatılmış sahnelere zıplıyoruz. Bu fon müziklerine bir de baba rolündeki tatlı ton ton ihtiyarın hüzünlü yüzü eşlik ediyor. Buradaki amaç seyirciye bunun bir dram filmi olduğu gerçeğini aşılamak ve bir duygu seli yaratmaktır. Kırmızıgül’ün bu noktada duygusal bir millet olmamızın avantajıyla salondaki insanları zorlanmadan duygu seline boğduğunu burnunu çeken insanlardan kolaylıkla anlıyorsunuz.
Filmin sonunda gerçekleştirilen şeyin mucizeden çok uzak olduğunu görüyorsunuz. Bunu mucize olarak tanımlamak “Umut Üzümleri” filminde bir köye gelen ve Yetkin Dikinciler’in canlandırdığı öğretmen karakterinin başardığına haksızlıktan başka bir şey olmaz, ayrıca oradaki öğretmene bütün köyün karşı olduğunu düşününce bu fikir daha da pekişiyor. İçinizde bu filme haksızlık ettiğimi düşünenler olabilir ama ben dış dünyayı algılamasında hiç bir problem olmayan bir insanın her şeyi başarabileceğine ve bunun “mucize” değil “azmin sonu başarı” olarak adlandırılabileceğine inanıyorum. Yazıma son verirken Mert Turak’ın oyunculuğunu hayranlıkla izlediğimi belirtmek isterim, hatta onun Mert Turak olduğunu bilmeseydim filmin başında filmin çekildiği yerde yaşayan bir delinin figüran olarak kullanıldığını düşünürdüm. Bu arada film bitiyor ve kendimizi dışarıda buzda kayıp düşmemek için penguenvari yürüyüşümüzle ilerlerken buluyoruz…
Bu Eleştiriyi Paylaşın!