Doğaya baktığımızda tüm canlıların hayatta kalmak için yaşadığını, bu doğrultuda yeme, içme ve üreme faaliyetlerinde bulunduğunu görüyoruz. İnsan da bu canlılara dahil.
Kosmos veya kendisine taktığı isimle Battal, bir şeylerden kaçarcasına gelip sığındığı kasabada misafir olarak kalmaya başlar. Sıra dışı bir insan olan Battal hastaları iyileştirir, ölmüş çocuğu diriltir, insanlara yardım eder. Ahalinin ilgisini ve sevgisini toplamakla beraber, ilginç ve ürpertici karakteri zaman geçtikçe insanların tepkisini çekmeye başlar.
Bir Reha Erdem eseri olan film izleyiciyi kasvetli, karamsar bir havaya sokuyor. Bu hava zaman zaman kimi izleyiciyi rahatsız edebilecek noktaya kadar ulaşabiliyor. Yönetmen, birçok filminde aktardığı insana ve doğaya bakışını, bu filmde de kasvetli mizansen ve olay örgüsüyle aktarmaya devam ediyor.
“Kosmos”ta tartışılan konunun özünde “insan olmak” yatıyor. Erdem, ekolojik yaklaşıma uygun olarak, insanın da bir hayvan olduğunu, doğada tümünün bütün olduğunu anlatmaya çalışıyor veya bana bu hissi veriyor. Ana karakterin bir hayvanla özdeşleştirilircesine anlatımı, çıkardığı sesler, hareketleri, köpeklerle ilişkileri, fikirleri, kardeşini kurtardığı kızla anlaşma tarzı ve zaman zaman gördüğümüz mezbaha sahneleri bu fikri uyandırmaya yetiyor. Bazı belirgin sahnelerde bunu daha net görebiliyoruz.
Battal’ın kasabaya gelişinden sonra kahvedeki ilk sahnesinde, herkesin aynı şeyi yaşamasından bahsediliyor. İyiyle kötünün başına gelen şeyin aynı olduğu söyleniyor ve bugün insan egemenliğinde süren sistemin adaletsizliğine gönderme yapılıyor.
Otuz altıncı dakikada çalışma ve emek üzerine geçen diyalogda Battal, “Ben çalışmaya çoktan yüz çevirdim.”, “Bütün emekten ve emek çeken yüreğin çabalamasından insana ne fayda var?”, “İnsan için yemeden, içmeden ve emeğiyle canını sevindirmeden başka hiçbir şey yok.” diyor. Bu diyaloglar açıklamaya gerek kalmadan her şeyi anlatıyor. Günümüz sistemindeki emek sömürüsünden, bu sistemde insan emeğinin, emek veren insana bir fayda sağlamadığından bahseden yönetmen, izleyiciye Marx’ın “Yabancılaşma” kavramını anımsatıyor. Doğaya baktığımızda tüm canlıların hayatta kalmak için yaşadığını, bu doğrultuda yeme, içme ve üreme faaliyetlerinde bulunduğunu görüyoruz. İnsan da bu canlılara dahil. Ancak insan doğaya ve sisteme hükmetmeye başladıkça ihtiyacının fazlasına sahip olmaya başlıyor, bu doğrultuda tüm doğayı ve kendi türünü sömürüyor. Böylece diyalogda bahsedilen insanın özü için gerekli olan yeme, içme ve emeğiyle kendini sevindirme yetmemeye başlıyor ve insan özünden sapıyor.
Çalışma ve emek noktasıyla ilgili olarak, çalışmayı reddeden karakterimizin kasabada hırsızlık yaptığını görüyoruz. Ancak hırsızlık yaparak aldığı paraları ihtiyacı olanlara vermesinin, sakat kız için eczaneden ilaç çalıp biriktirmesinin insanın ihtiyacından fazlasını depolamasına karşı, doğadaki gibi o an gerekli olanın kullanmasına dair bir duruş olduğunu görüyoruz. Ayrıca hırsızlık yaparken Battal’ın yüzünü hiç görmüyoruz. Battal’ın yardım ederek kurtardığı insanların sonradan daha kötü duruma düşmeleri de ayrı bir inceleme konusu.
Altmış dördüncü dakikada Battal’ın öğretmenin evine gittiği sahnede, kadın ilişkiye girmek istemesine rağmen çeşitli normların dayattığı şekilde, yaşını da öne sürerek buna karşı çıkıyor. Bedeni istiyor ancak normlarına karşı gelemiyor. Bu noktada Battal “Vücudun istediği ruhun istediği değil midir?” diyor. Kadın da böyle olursa hayvandan farklarının kalmadığını söylüyor. Burada insanın tabiattan kendini soyutlayıp kendisine özgü kurallar yaratmasıyla, özünün doğal isteklerinin ve sonradan ortaya çıkan, doğadan ayrı insan normlarının çelişkisi anlatılıyor.
Filmde olayın geçtiği yerin bir sınır kasabası olduğu söyleniyor. Radyolarda Rumca müziklerin çaldığı işitiliyor. Bu da ilk başta izleyiciye mekanın batıda bir sınır kasabası olduğu izlenimini veriyor. Ancak ilerleyen sahnelerde insanların Kafkas müzikleri eşliğinde dans ettiklerini görüyoruz. Kafası karışmaya başlayan izleyici, filmin çekildiği tarihte henüz kaldırılmamış olan meşhur “ucube” heykelini görüyor, filmin Kars’ta geçtiğini anlıyor ve iyice kafa karışıklığı yaşıyor. Buradan şunu anlıyoruz ki, filmin zaman ve mekan derdi yok. Önemli olan tek şey yaşananlar ve karakterler. Zaman ve mekan tamamen kurmaca. Kimi sahnelerde saatin durması ve zamanın akmaması da bunu destekler nitelikte.
Ayrıca filmin aralarında sürekli duyulan, bilim kurgu filmlerinden alışık olduğumuz bazı sesler ve kameranın hızlı hareketiyle veya bilgisayarda oluşturulduğunu var saydığım uzayı anımsatan görüntüler, filmin ismiyle bağlantılı biçimde sık sık dönüyor.
Reha Erdem’in yazıp yönettiği “Kosmos”, izleyiciyi kapkara bir havaya sokarak derdini anlatıyor. Bu havanın oluşturulmasında filmin çekildiği mekanın da çok büyük etkisi var. Filmde oluşturulan kasvet, Erdem’in diğer filmlerinden de bildiğimiz dünyaya bakış açısına ve derdini anlatmasına çok yardımcı olmuş. İzlerken karamsar bir duygu eşliğinde, “insan olmak” la ilgili bazı düşüncelere kapılacağınız bu filmi herkese tavsiye ederim.
Bu Eleştiriyi Paylaşın!