Öyle filmler vardır ki, iyinin ve kötünün ötesinde hiçbir yargının işlemediği, Tarkovsky’nin deyimiyle “tamamlanmış, dışarıdan müdahale edilemeyen eser”dirler. Bu kimi zaman anlatım dilinin gerçekliğinden, kimi zaman ise gerçeküstülüğünden ve şiirselliğinden ileri gelir. Her ne sebeple olursa olsun bu tür eserler dışarıdan bir yargıya, müdahaleye, “Keşke şöyle olsaydı.” gibi cümlelere kapalıdırlar. İyilik ve kötülük filmden içre değil, filmin anlattığı dünyaya aittir.
“Illegal”, tam da böyle bir film. Toplumcu-gerçekçi bakış açısı ve kontrastlı dili ile neredeyse belgesel-kurgusuyla iyi ve kötüden bağımsız bir kesit, bir bilgi, bir belge gibi…
Tania ve oğlu Belçika’da kaçak yaşayan mültecilerdir. Rusya’ya dönmemek için her şeyi göze almış bir kadın olan Tania, sahte belgelerle kalmaktadır Belçika’da. Kendisi gibi yine Rus bir arkadaşı olan Zina ile birbirlerine destek olmaktadırlar.
Tania, oğlunun doğum gününde Belçika polisi tarafından yakalanır. Bu esnada oğlu polisten kaçar ama Tania mülteci gözlem evine kapatılır. Tania başına gelecekleri belki de çok önceden tahmin etmiş olduğundan kendini, kimliğini, adını ve hatta parmak izlerini (parmak uçlarını ütü ile yakıyor) yok etmiştir. Eğer adını söylemezse sınır dışı edilemeyeceğini düşünmektedir…
Filmin genel olarak konusu Tania’nın kapatıldıktan sonraki sürecidir. Gözetim evindeki hayat, polis şiddeti, sefalet, oğlundan ayrı olma durumu ve daha bir sürü şeyle baş etmeye çalışır.
Bu gönüllü sürgünlük ve mülteci olma durumunu o kadar acı bir şekilde gözler önüne seriyor ki film İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki “Herkes, zulümden kurtulmak için başka ülkere iltica etme ve bundan yararlanma hakkına sahiptir.” (14/1) maddesi çok ironik bir şekilde aklınıza geliveriyor…
Evet bildirge her ne kadar öyle olacağını söylüyorsa da pratikte işler pek de öyle olmuyor elbette… Çünkü zulüm hiç bitmiyor… Bu ‘yok-insanlar’, arkalarında hiçbir kimsenin desteği olmayan insanlar, yetkililerin insafında bir oraya bir buraya savruluyorlar. Kimisi dayak yiyor, kimisi geri gönderiliyor, kimisi geri gönderilmektense dayanamayıp intihar ediyor.
“Bir insan neden gönüllü sürgün olur?” sorusu ise hiçbir iktisatçının, sosyoloğun ya da devlet yetkilisinin aklına gelmediği, geldiyse de cevap veremediği, veriyorsa bile cevabın korkunçluğu nedeniyle yok saydığı bir soru olarak karşımızda duruyor.
Filmi izlerken aklımda Peter Handke’nin muhteşem Kaspar oyunundaki metnin bir bölümü aklımda dönüp durdu: “Konuşmaya başladığımdan beri düzenli bir biçimde ayağa kalkabilirim; fakat konuşmaya başladığımdan beri düşmek sadece acı veriyor; fakat acı hakkında konuşabileceğimi bildiğimden beri düştüğüm zaman duyduğum acı hafifledi; fakat düşüşüm hakkında başka birinin konuşabileceğini öğrendiğimden beri düşmek daha kötüleşti; fakat acıyı unutabileceğimi öğrendiğimden beri artık düşmek acı vermiyor; fakat düşmekten utanabileceğimi öğrendiğimden beri acı artık hiç bitmiyor.”
Bu film “iyi bir film” ya da “kötü bir film” diye değerlendirilemez; bu film gerçektir. Kurguysa da gerçektir. Bu nedenle “şöyle olsaydı, böyle olsaydı” gibi yargılardan bağımsızdır; neyse odur. En fazla görmezden gelinebilir; çok huzurlu ve sorunsuz bir dünyada yaşıyormuşuz yanılsamasıyla yok sayılıp, bol aksiyonlu bir Hollywood filmine yelken açılabilir.
Ama ben yine de diyorum ki, izleyelim… Sürgünleri, gönüllü sürgünleri, mültecileri ve hele ki kendi ülkesinde sürgünleştirilenleri biraz olsun anlayalım.
.
Bu Eleştiriyi Paylaşın!