Örneklerine sık rastladığımız sinema tarihi ve aşkı klişeleri -Lumiere kardeşler- burada da tekrarlanıyor.
Altın Koza’da bu yıl yarışmaya kabul edildiler ve en iyi film ödülünü de paylaştılar. Önceki ilk uzun metrajları olan “Orada” filmi bu kadar şanslı değildi oysa… Senaryo malzemesi hayli zayıf bir ilk film denemesi olarak yeterli bulunmuş ve çabaları takdir edilmişti. Bergman hayranlıkları ama bu hayranlığa değinilerinde ki kusurlar ve hatta filmin klişelerle doluluğuna rağmen sempatik bulunabilmişti. Gerçi biraz sertlik dozu yüksek film eleştirileri de okuduk “Orada” hakkında.
Ve şimdi karşımızda Adana Altın Koza Film Festivali yarışma bölümünde Melik Saraçoğlu’nun otobiyografik filmi.. Hayır biraz düzeltelim trajikomik otobiyografik filmi… Hakkı Kurtuluş ile beraber yazıp yönetmiş ve ailece, konu komşu, mahalleli ve akrabalar tanıdıklar toplanıp oynamışlar…
Retina Dekolmanı hastalığı ile bir gözünü yitirmiş olan yönetmenin sinema sevgisi ve diğer gözününde tehlikede olması ile kaybedebileceği sinema geleceği üzerine bir film planlanmış.
Planlanmış ancak daha ilk dakikalarda başlayan tekrarlar ile işler iyice zora sokulmuş. Eldeki malzeme sadece retina hastalığı olunca ve filmin tümüne yetmeyince, zorlu yüzüstü yatma ve başın öne eğik ev yaşamı halleri gibi sekanslar tekrarladıkça tekrarlamış…
İlaçların defalarca Melik’ in önüne dizilmesi gibi yenilenen espriler ve tekrarlar…
Video klip hissi veren bu durum aksine bir o kadar da filmin izlenmesini kolaylaştırmış denebilir. Yer yer gerçekten komik ve eğlendirici sahneler yok değil… Konu komşu hasta ziyareti sahnesi gibi… Ama Recep İvedik’ de şık olacak bu ve benzeri sahnelerin; amacı sinemanın sihri üzerine bir şeyler anlatmak olan filme katkısı ise tartışılır.
Örneklerine sık rastladığımız sinema tarihi ve aşkı klişeleri -Lumiere kardeşler- burada da tekrarlanıyor. Ancak altının doldurulamaması gözle görülür bir sığlık ve sıkıcılık yaratmış. Örneğin pastadaki gözün kesilmesi ve sonraki sahne ile Endülüs Köpeği’ne yapılan atfın anlamını, Dali ve Bunuel sürrealizmi ile filmin alakasını kuran beri gelsin lütfen. Yönetmenin bir sine-masal ile içerisinde tasarlamak istediği kendi otobiyografisi filmde birbirine eklemlenemiyor ve tüm sekanslar skeçler silsilesine dönüşüp kayboluyor. Görememe korkusunun kaotik psikolojisi ile film yapmak ve sinema ruhu arasındaki ilişki meselesi, hastane sahneleri ve ev hallerinin baş döndüren kurgusu eşliğinde dağılıp kaybolup gidiyor. Elimizde sadece baş döndüren ve en iyi kurgu ödülünü de alan Ali Ağa’nın başarılı kurgusu dışında hiçbir şey kalmıyor.
Yer yer film camiası ve sektöre atıflarda filmde mevcut. Özellikle dikkatleri çeken ve filminin kusurlarının farkında olarak gelecek eleştirilere daha baştan izleyiciyi hazırlamak için konmuş izlenimi veren, film eleştirisi ve eleştirmenliğini tiye alan sahnesi gibi… Anlaşılabilir endişeler… Ancak tam da bu sahne ile filmin film eleştirmenlerince eğlenceli bulunması da olası.
Zor zamanlarınız da ailenizce ne kadar desteklendiğinizi anlatacak ve onlara vefanız adına bir film yapacaksanız bu tabii ki çok takdir edilir bir durum. Bu vefanın seyircinin gözünde iyi bir yerlere konduğu ve sempatik bulunduğu şüphe götürmez. Ancak iddianız sinema yapmak ise filmden sonraki sohbette abisini ve ağlayarak konuşamayan annesini hemen susturarak özür dileyen yönetmenin de yapmaya çalıştığı gibi filminizi belgesel görüntüsünden ciddiyetle korumalı ve başarıyı bu kolaycı sempatide aramamalısınız.
Nuri Bilge Ceylan’ın ailesini filmlerinde oynatışında ki yeteneklerini hatırlayınca “Gözümün Nuru” ekibinin/ailesinin daha uzun bir yolunun olduğu belirgin tabii ki… Ama kesin olan şu ki daha sinemasının başında iki yönetmenin, takdiri hak eden bu çabası gelecekte iyi filmler için umudumuzu arttırıyor. Belki de çok daha iyileri varken festivallerin ‘en iyi’ ödüllerini bu tarza vermesi birazda bu amaçladır.
Bu Eleştiriyi Paylaşın!