‘Hadi Lan Kerhane Mi Bu!’
Filmin giriş sekansında genel planda(2) toplum ve yaşam verilmektedir. Bu insan selinin içindeki Muharrem kronik yalnızlık çekmekte ve bu hissi bertaraf etmek için kalabalığa karışmaya çabalamaktadır. Çeşitli oyunlar oynanan ve sadece erkeklerin gittiği bir kafeye giderek, atari denilen 80-90’lara ait oyun makinesi aracılığıyla iletişim kurmaya çabalar. Fakat pekte yeni insanlarla tanışmaya hevesli olmayan birisiyle bu iletişime geçme çabası duvarlara çarpan bir yalnızlık haykırışı gibidir. ‘Vur, vur, vur..’ tam beş kez aynı ses tonu ve vurguyla tekrarladığı ‘vur’ sözcüğü oyundaki sanal karakter üzerinden bir yıkım seslenişi, bir iletişim çağrısı gibidir. Tıpkı toplumun Muharrem’i anlayamaması gibi atarinin başındaki kişi de ona pek anlayışlı davranmayacak olması, Muharrem’in de anlamakta zorlandığı bu toplumdan uzaklaşmasını tasvir eder. Ana karakterin dart atan neşeli adama arkadan yaklaşması, dart atan adamla arasında çok az bir mesafe olmasına karşın şeffaf naylon bir perde ile ayrılmaları, adamın Muharrem’in farkında olmaması ve Muharrem’in o ince perde sebebiyle adamı görmekte zorlanması karakter ile toplumun arasındaki ayrımın sanki bir mikro provasıdır. Dart atan hayat dolu adamın (bu coşku göreceli olabilir), arkasının dönük hali, neşesi ve Muharrem’i fark etmeyişiyle toplumu temsil etmekte, Muharrem ise arada sadece şeffaf naylon bir perde olmasına karşın dart atan adamı görebilmek için elleriyle perdeye yaklaşmakta ‘pürdikkat’ kesilmektedir. Yine de istediği iletişimi ve fark edilişi yakalayamayarak topluma arkasını dönmektedir.(3) Muharrem’in iletişim kurduğu ya da kurmaya çalıştığı insanlarla arasındaki iletişim köprüleri yıkılmaya mahkûmdur. Düzenli olarak tek iletişimde olduğu kişi Türkan ile iletişim bağı ise hiç görmediğimiz ama bildiğimiz bir sanal karakter üzerindendir, elbette bu durum da er ya da geç bitecektir.
Aslında toplumla içe içe olan (çalışma ortamı, apartman hayatı, servis kullanımı vs.) fakat tıpkı oyun salonundaki gibi ince, şeffaf ve toplumu görmeyi engelleyen bir perdeyle yaşayan karakter, coşkulu olana duyduğu isteksizlik ve toplumun da onu fark edemeyişiyle doğru bildiği iletişim yöntemine geri dönmektedir. Karakter bunu defalarca yaşamış olmalı ve toplumdan nefret dolu bir soyutlanma ile bildiği karanlığa bilinçli bir şekilde sarılmaktadır. Bu hastalıklı bir iletişim şekli nevrotik bir sığınmadır. Hem gurur dolu bir kesinlik hem de balçıklaşmış bir mecburiyettir. Karakterin bu yaptığı adeta ‘doğru olmayan kapının, yanlış şekilde çalınmasıdır’. Yaşama karşı tutku hisseden insan coşku taşır ve hayattaki detayları daha belirgin hisseder, yaşar. Yaşamsal ihtiyaçları, kültürel ihtiyaçları, teknolojiyi, hobilerini, kısacası kendisini var eden tüm renkleri sevmesi, benimsemesi ayrıca kontrol etmesi, kişinin kendisini sevmesinin yansımasıdır. Muharrem’in yaptığı yumurtayı sade yapması, izlediği televizyonun küçük, eski olması, eşyalarının eski ve pastel tonlarda olması ya parasının olmaması ya da daha iyisine ihtiyaç duymamasından kaynaklanmaktadır. Karakter parası olduğu halde bunu yaşamını, çevresini güzelleştirmeye harcamamaktadır. Hatta sonunda daha önce atarinin başında istediği gibi ‘vura vura’ çevresini elinden geldiğince yok edecektir. Karakter evine gittiğinde hemen herkesin yaptığı gibi ışığı açarak yapacaklarını daha rahat yapmak yerine, ışığı açmadan bir süre karanlıkta beklemesi, içsel karanlıkta yaşayan kişinin gerçekteki ışığa da herkes kadar ihtiyaç duymamasından mıdır? Evdeki ışıkların azlığı loş bir ortam yaratmada, kahverengi eşyalarında yardımıyla, iç karartan bir hal almaktadır. Muharrem eve döndüğü, kapıdan girdiği anlarda bir şeylerin değişeceğini umut eden bir çocuksu hisle bütün yaşamının değişeceğini düşünür. Bu Muharrem’in umut taşıdığını değil umut beklediğini gösterir. İşte tam bu anlarda ışığı açmakta gecikmekte, açtıktan sonra ise kapıdan dışarıya bakmakta, bize anlatmaya çalıştığı beklediği umudu kontrol etmektedir.
Ruhu aç ya da kendisiyle barışık olmayan kişi, enerjisinin çoğunu iç karmaşalarını susturmak, savaşmak ve benliğini bu karmaşadan korumak için harcar. Kişinin depresif, nevrotik, şizofren, paranoyak ya da pasif/agresif olması durumun özünü değiştirmeyecektir. Enerjinin çoğu dış dünyayla açılan zihinsel/ruhsal uçurumun kapanmasına, iletişimsizliğin hayatı felç etmesine engel olmaya, üst benlik ile alt benliğin yani toplum ile vahşi özün savaşımında, bireyin kendisini (benliğini) korumaya çalışmasına gidecektir. Burada hem zihinsel hem yaşamsal hem de fiziksel engeller ve belirtiler ortaya çıkacaktır. Örneğin bir şizofrenin ten rengi, bir paranoyağın tehlike ararcasına yerinde durmakta zorlanan gözleri, bir nevrotiğin iç sesini bastırırken dışa vuran eklem/yüz hareketleri (4) yaşamı güçleştirecektir. Zaten kendisiyle savaşımına yüksek enerji harcayan birey bir de toplumdan soyutlanmamak, dışlanmamak için enerji harcayacak ve ortaya çıkan durumun hem bedelini hem de bedelinin bedelini ödeyecektir. Hayatın ana hatlarından zevk alamayan kişinin, ana hatları destekleyici detaylardan zevk alması hatta çoğu zaman onları görmesi imkânsızlaşır. Bu durum bazen bir ‘boş vermişlik’ bazen ‘öfkeyle reddetme’ bazen de ‘kabuğuna çekilerek kaçma’ şeklinde gerçekleşir. Karakterin üzerine düşürdüğü külü basitçe ayağa kalkıp silkeleyerek değil de tükürüğüyle çirkin bir şekilde alması, toplumda dinin de desteklediği şekilde kutsal sayılan ekmeğe sigara söndürmesi, yaşamsal yapıtaşı olan ev içindeki tepkisel pasaklılığın, ruhundaki kirliliğin bir dışavurumu olduğu gibi karakterin toplum tabu ve inanışlarına tabi olmadığının da bir ön göstergesidir. Karakterin belgesel izlerken, deniz canlılarının kendine özgü çiftleşmesini insanların cinsel dürtülerinin para karşılığı gerçekleştirilen bir geneleve benzetmesi ‘yönü belli olmayan bir ok’ gibi öylesine söylenmiş bir cinsel sapkınlık tepkisidir.
Peki, Muharrem’in kendini zorlayarak da olsa sabahları uyandığında mekik çekmesi sağlığına paralel olarak görünüşüne de önem verdiğinin kanıtı olamaz mı? Kendi hazırladığı sade yumurtaya razı olurken, başkası hazırladığında daha doyurucu, sağlıklı ve göze güzel gelen bir kahvaltı isteyebilmektedir. Bu durum bir boş vermişlikten çok bir üşengeçlik göstergesi olabilir mi? Peki sağlığına az da olsa önem veren kişi, sürekli sigara içer mi ya da cinsel hastalık kapma ihtimalinin yüksek olduğu sularda yüzer mi? Evini, dünyasını değiştirecek şekilde güzel dekore etmekten uzak olan Muharrem, her gün temizlikçi kadın getirtecek kadar düzenli olmayı ve para harcamayı reva görmektedir. Bunlar uyarlama karakterin ‘dar gelmeleri ve taşmalarıdır’. Başka bir kültürden gelen, değişik deneyimler tatmış, farklı bir zaman diliminde yaşamış ve elbette farklı duygularla beslenmiş bir karakterin, günümüz Ankara’sına uyarlamanın ‘çizgiden taşmaları’ dır. Uyarlamanın özü, başka bir kişide bu kadar oturabilmiş, uyumsuzluklar bu kadar rötuşlanabilmiştir. Karakterin, Kızıl Elma şirketinde yaptığı konuşma, kendini yemeğe davet ettirmesi ve Cevat ile ilgili açıklaması (sizin yaptığınızı Cevat hayatta yapmazdı), ses tonu, Muharrem’in histerik (5) yönünü de ortaya koymaktadır. Muharremin karanlığının içindeki hastalıklı umudun yaşama şekli, kişiliğinin bu histerik tarafıdır. Daha çok kadınlarda görülen histerik vaka, öncül kişilik bozukluğu olabileceği gibi kişinin ana karakterini besleyen diğer bir durum da olabilir. Örneğin bir insana paranoyak diyerek aslında onun merkezi kişilik bozukluğunun paranoya olduğunu fakat paranoyak/narsist ya da paranoyak/A tipi gibi diğer kişilik bozukluklarını da taşıyabileceğini söyleyebiliriz. Bu konuşmada dikkat çeken başka bir durum da, Muharrem’in daha önceleri parayla ilgili sıkıntı çıkardığı fakat bunu biriktirici merkezli cimrilikle mi yaptığı, borcuna sadık kalmayarak insanlarda bir ‘kullanılmışlık’ hissi yaratarak mı yaptığı yoksa gider/gelir fark etmeksizin para paylaşımının söz konusu olduğu bir durumda işi bozarak mı yaptığını bilemiyoruz. Kızıl Elma şirketi; isminden Turancı bir yapılanma mı yoksa Komünist kafalarda bir ajans mı olduğu ilk bakıştı belli olmasa da, içerideki Che posterleri ve yemekte söylenen şarkılarla seyirciye bu durumu açıkça belli edilir. Filmin akışıyla, Cevat ve arkadaşlarının içki masasında memleketi kurtaran, solculuk oynamayı seven, kurdukları büyük cümleler kadar büyük yaşayamayan kişiler oldukları anlaşılacaktır. Muharrem, Kızıl Elma’ya giderek gereksiz bir iş yaptığını adı gibi bilmektedir yine de kendini durduramamıştır. Kızıl Elma’da arkadaş grubunun birlikte oturması, Muharrem’in ise diğer bölümden üçüne birden seslenmesi aralarında ki ayrılığın sinematografik göstergesidir, gerçi aralarındaki ayrılığı anlamak için herhangi bir göstergeye ihtiyaç yoktur. Muharrem’in kafasında prova ettiğini düşündürten öz güven dolu sözleri, hareketleri ekibin kalanında daha çok bir bıkkınlık ve iticilik oluşmasına sebep olmuştur. Bunun nedeni geçmişte Muharrem’den bıkmış olmaları ve onu istememeleridir. Muharrem’in biraz yüzsüzce biraz masumane şekilde sorduğu “Beni niye yazmıyorsunuz listeye?” sorusu, içten içe intikam çanlarının çaldığını gösteren bindirilmiş bir öz güvenle sorulmuştur. Ajansta ve yemekte yer yer seyirciyi Muharrem’in yanında olmaya sevk eden oyunculuklar, diyaloglar, kamera açıları olacaktır. Muharrem dini bir tarafı olmayan biri olduğu gibi siyasi bir görüşü de olmayan birisi gibi durmaktadır. Kızıl Elma ajansında Che posterlerine bakışı bunu pekiştirir niteliktedir.
‘Ahretten Bu Kadar Korkan Adam İçki İçer Mi Hiç!’
Türkan’ın her gün temizliğe gelmesinin birkaç sebebi vardır ve Muharrem’le ilişkilerinin de birkaç farklı boyutu. Muharrem’in pasaklı, dağınık olması sebeplerden biridir. Eve gelecek bir kadına sürekli ödeme yapabilecek kadar parasının olması, Türkan’la aynı apartmanda oturmalarının geliş gidişe kolaylık sağlaması da diğer sebeplerdir. Türkan, hiç görmediğimiz huysuz ihtiyarla evlenme kararı alınca, o anın gerginliğinin de sebebiyle Muharrem yeni bir temizlikçi istememiş daha sonra da tartışma kavgaya ve sinir krizine dönüşmüştür. Gelen başka bir temizlikçiyle arasındaki ilişkinin Türkan ile olduğu gibi olması beklenemez. Türkan kocasını kaybetmiş, üç çocuğuyla birlikte yaşam mücadelesi veren ‘çokbilmiş’ bir garibandır. Varoşun gururlu kadınına tam bir örnektir ayrıca feleğin sillesini yemiş, genç yaşında ‘çilekeş’ olmuştur. Bu hastalıklı gurur; köy insanının ait olduğu yerde doğayla iletişim halinde köylülüğünü layıkıyla yaşamasının, göç edip büyük şehirlerde, doğadan koparak, bildiği doğruları şehrin kaosuna adapte etmeye çalışması, beton ormanlarda kırsal kanunlarıyla yaşamasının bir sonucudur. Arabesk kültürün, ajitasyon bakış açısının, sığınılan müziğin, giyim tarzının (kültürel/siyasi üniformanın) tek tipleştirdiği, arada kalmış insanını temsil eden Türkan hem Muharrem’e ihtiyaç duymakta hem de ihtiyaç duymadığı ilk anda fırlatıp atacağını ona karşı hareketlerinde, sözlerinde ziyadesiyle belli etmektedir. Zaten bu kültürün gereği böyledir, çokça bilmişlik taşıyan bir cahilin, hayatta yaşadığı ve adeta yaşamak istediği acıların ona kattığına inandığı ‘âlim’ havası ancak hayatın ‘zulüm karlığını’ yıkacak tek şey olan para(güç) geldiğinde sona erecek ve intikam sırası kendisine gelecektir. Türkan’ın Muharrem’e göre daha az para kazandığı ve daha çok sorumluluğu olduğu ortadadır fakat Muharrem’e göre daha fazla umut taşıdığı da bir gerçektir. Türkan’ın evinin bodrum katta ve eşyalarının eski olmasına rağmen, ışık alan, Muharrem’in evine göre ise daha renkli bir ev olduğu gözden kaçmamaktadır. Muharrem umudu beklemekte, Türkan ise umudu taşımaktadır. Zaten Türkan, bu hayattan yırtarken Muharrem hayatının değişmesini bekleyecektir.
Muharrem’in nasıl bir karanlıkta olduğunu anlamak için gece gittiği fuhuş âlemlerine bakmak yanıltıcı olabilir. Çünkü bunlar geçici nefis uyanmaları olabilir, her insanın kendini şaşırabileceği gibi, sapkınlıklara gizli ya da açıktan teslim olduğu bir dönemi olabilir, Muharrem böyle bir dönem yaşıyor olabilir. Fakat bu karanlığı anlayabilmek için şuna bakmak yeterlidir; Muharrem’in hiç arkadaşı yoktur, Türkan’dan başka. Bu paradoksa karşı empati yapmak çok zordur, eski arkadaşları başarılar elde ederken, kendisi hiç konuşmadığı insanlarla aynı ortamda ‘ekmek parası’ için çalışmak zorundadır. Kişi ne kadar güçlü olursa olsun, yalnızlık yıkımların en büyüğüdür, gıda almayan insanın hayatta kalabilmek için zamanla kendi bedenini yakması gibi yalnız kalan kişi kendi kendini tüketmeye mahkûmdur. Sosyal bir hayvan olan insan toplumsal dayanışma sayesinde yaşar, her ne kadar internet, telefon, televizyon gibi araçlarla insanlara ulaşabilse de bunlar sanaldır, kendi özüne hitap edecek gerçek kişiler bulmak ister. Doktorlar ruhsal hastalıkların yanı sıra bedensel hastalıklarda da moral tavsiye eder, az stres çok moral! Bir şizofren de insanlarla iletişime geçmek zorundadır yoksa kendi dünyasını daha da genişletecek, kurtarılamaz hale gelecektir. Bir kanser hastası da morale ihtiyaç duyar, insanların onu mutlu etmesi, etrafında güzelliklerin yeşermesi tedaviye olumlu etki sağlamaktadır. Fakat Muharrem tam tersine fazlasıyla stres altındadır ve moralini yükseltecek pek bir şey yaşamamaktadır. Zaten Muharrem’in işyerinde terfi etmesine çok sevinmesi parti düzenlemesi bunu hayata karşı alınmış bir zafer gibi görmesi beklenemez, mutlu olma eşiği de toplumun kendini sağlıklı atfeden bireylerine göre değişkendir. Muharrem’in stres altında olması ortadadır, birçok kişiye göre şükredecek halde olan Muharrem, dişlerini gıcırtacak (bruksizm), uyurken nefesini tutacak (sleep one) kadar sıkıntı yaşamaktadır, bir de bunları alkol kullanması ve sigara bağımlılığı destelemektedir. Uykuda diş gıcırdatmanın, nefes tutmanın başlıca sebepleri yoğun stres ve psikolojik bir ezilme hissiyatıdır.
Türkan’ a tekrar gelecek olursak; Muharrem’e sürekli yakınan bu çilekeş kadın yer yer Muharrem’i azarlayabilmektedir de. Aralarındaki kesinlikle dostluk değil, sınırlı bir sırdaşlıktır. Türkan, Muharrem’den bazen akıl almaktadır ki bu Muharrem’in de hoşuna gitmektedir. Kendini güçlü hissetmekte, bir yol gösterici edasıyla bir insanın yaşamına tesir etmektedir. Türkan iki erkek arasında gidip gelmektedir, Muharrem ve Aslan Bey! Tüm çilekeş kadınlar gibi ilgilenmesi gereken erkeği es geçmektedir, karanlık bakışlı çocuğu! Kendi oğlunu itip kakarken, bir çuval gibi bir yerlere oturturken, elbette hayatın getirdiği mecburi durumları yaşayıp ekmek parası kazandığı iki erkeğin arasında gidip gelmektedir. Hangisi iyi hangisi kötü, Türkan için bir önemi yoktur. Zaten çok benzemektedirler. Aslan, Muharrem’in yaşlılığı gibidir. Dinle alakası olmayan, içki içen, uluyan, Türkan’la arasında sado-mazo ilişki geliştirecek kadar sapkın olan, huysuz bir ihtiyar. Kendine işkence eden ve evlendikten sonra da belki de artarak devam edecek bu durumu baştan kabul eden Türkan evlenmeyi neden kabul etmiştir. İçinde bulunduğu hayat koşullarını, üç çocuğunu ve geçmişte yaşadıkları acıları düşünürsek bu bir fırsat olduğu kadar sıkıntı şartlarının şekil değiştirerek devam etmesi anlamına da gelmektedir. Türkan’ın şikâyet ettiği fakat kopamadığı veyahut kopmak istemediği bu durum karşısında sergilediği tavır mazoşizmdir. Muharrem’in rakibi bu adamdır, belki de yer altı dünyasında Muharrem’den daha rütbelidir. Muharrem’den kalın bir çizgiyle ayrıldığı nokta evli olmasıdır. Muharrem kendine gelen (fahişe) bir kadını ihtiyacı olduğu halde yanında tutmayı becerememiş, yalnızlığı seçmiş fakat Aslan evlenmiş yıllarca evli kalmış ve karısı öldükten sonra tekrar evlenmek için düğmeye basmıştır. Aslan’ın, Muharrem’i kastederek ‘kıl’ demesi Türkan tarafından dile getirilmiş fakat Muharrem’de bir öfke yaratmamış, sağduyulu bir düşünce şekliyle ‘Aslan’ın Türkan’ı kıskandığına yorulmuş’ ve bu hareket mantıklı bir biçimde hikâyenin geneline eklenmiştir. Ayrıca karakolda ölüm planı tutmayan adam hakkında bu sefer de Muharrem ‘kıl’ benzetmesini kullanacaktır.
‘Akıllı bir adam kendine karşı acımasız değilse gururlu da olamaz. Bense sınırsız gururum yüzünden kendime hiç acımıyor, nefret edercesine küçümsüyor, herkesin de bana aynı gözle baktığını düşünüyordum.’ Kendine karşı acımasız olmakla kendine acımak farklı şeylerdir, kendine karşı acımıyor, nefret ediyor, küçümsüyor fakat bu kendisine karşı acımasız olmasına engel değil. Evet, kendine acımıyor fakat kendine acımasız davranarak, kendinden nefret ediyor, kendini küçümsüyor yani kendini hem akıllı addediyor hem de sonsuz şekilde gururlu. Kendine acımamasının sebebini sınırsız gururuna bağlarken, kendinden nefret etmesinin sebebini söylememektedir. Herkesin kendisine aynı gözle baktığını düşünmesi toplumsal bir ayna aracılığıyla hem içteki öz hislerini topluma mal etmesi hem de toplumun düşüncesi sandığı şeyi kendine uygun görmesi bir nevroz paradoksu, bir aşağılık kompleksidir.
‘Birbirinden karanlık yerlerde dolaşıyor, çirkin ve utanç verici olan her şeye karşı söndürülemez bir istek duyuyordum.’ Muharrem ait olduğu yere, yeraltına çekilmeye başlamıştır, yarattığı ufak çaplı fuhuş âlemi yukarıdaki dünyanın onda yarattığı sıkıntıyı atmasına olanak sağlıyor, Muharrem’i mutlu ediyordur. Ruhtaki savaşı, nefreti alt edemediği ve zamanla ona dönüştüğü karanlık dünyayı sapkın cinsellik aracılığıyla doyasıya yaşamaktadır. Sapkın cinselliğin; toplumlar, dinler, liderler tarafından yasak, günah ve yanlış olarak öğretilmesi, bu rutubetli karanlık bir o kadar da çekici olan dünyanın her insanın içinde var olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Kendini topluma adapte etmiş, onun gerçeklerini, yalanlarını, baskılarını, maskelerini kabul etmiş ve kabul ettiği topluma dönüşmüş birey yaşadığı günahı, cinsel doyum anında terk ederek, utanarak tepki vermektedir. Boşalma anı sonrası üst benliğin hâkim olduğu dürtülerin vücuttan atıldığı, vahşi özün durulduğu ender anlardandır. Kişi günahın bedeli kadar tepki vermeye hazırdır; ‘bir daha yapmayacağına söz verme, ağlama, utanma, en ılımlı haliyleyse de ortamı terk etme. Peki, kişi bu tepkileri vermekten uzak, yaşadığı karanlık zevkin doruklarında ve sonrasında ait olduğu, benimsediği duyguları olgunlukla karşılıyorsa! Muharrem karanlık, pis yerlerde gezmekte, tuvaletlerde seks yapmakta, travestilerle seks yapmakta, batakhane tabir edilen kulüplerde vakit geçirmektedir. Atari salonunda ki, kendinden olmayan fakat toplumla arasında köprü olan insanlarla birlikte değildir, artık kendi gibi insanlarla mutludur, ait olduğu yerdedir. Bu yaşadıklarının Muharrem’e getirdiği olumlu yan etkileri de vardır; Nietzsche’nin ‘Böyle Buyurdu Zerdüşt’ kitabını okurken kendinden geçmekte, ilaçlarların da desteğiyle pişmanlık gözyaşları içerisinde köşesine çekilmekte, yönetmenin kendisine ait 97 yapımı “Masumiyet” filmini duygusal depreşmeler eşliğinde izlemektedir. Bunların birçoğu yaşamın gereksinimleri, bazıları karanlığın hâkimiyetinde yaşamın çürümesidir fakat bu yaşananların hiçbiri yaşamın bitişiyle ilgili değildir, ölümle ilgili değildir. Türkan artık dayanamadığını, tükendiğini Muharrem’e anlatırken bir anda gelen teklif karşısında şok olacaktır. Muharrem, inanmış, bilgili, kendinden emin tavrını neye borçludur? Bildiğimiz kadarıyla daha önce kimseyi öldürmemiştir, polisiye/suç romanları ya da dizilerini mi sevmektedir? Bu fikri Türkan’la paylaşma şekli acemice bir canına tak etmişlik değil mantıklı şekilde plan yaparak, tehditlere dikkat ederek iş bitirmeye dönüktür. Karanlıkta da olsa yaşamayı bilen Muharrem ilk kez ölümün dilini konuşmuştur, bu seyirciyi çok etkilememiş yönetmenin anlatımı ve karakterin soğukkanlılığı bunda etkili olmuştur. Filmde ilk kez ölüm vardır, yaşlı, huysuz, işkenceci belki de bu dünyaya fazla birinin ölümü vardır. Muharrem’in sokakta ölen genç bir kızla ilgili “tam ölecek zamanı bulmuş zavallı” diyerek havanın kötü olmasından ötürü defin sırasında yaşanma olasılığı pekte olmayan ihtimaller üzerinde durması, bunları da soğukkanlılıkla yapması ise ölümün bahsinin geçtiği ikinci yerdir. Muharrem’in ölüm teklifi, Türkan’ı bu dertten kurtaracağı gibi Muharrem’in de benzerinden, psikolojik rakibinden ve kendisine hakaret eden, sevmediği birisinden kurtulması demektir. Türkan, Muharrem’in dediklerini uygulamış, ihtiyarı (Aslan Beyi) merdivenlerden yuvarlamış, adam ölmemiş ve Türkan’ı derin bir vicdan azabı duygusu sarmıştır. Muharrem’in yaptığı “bu adam sana âşık” tespiti, Türkan’ın anlaşmayı imzalaması, merdivenlerden yuvarlanarak bacağını kıran ve kolunu çatlatan adamın çaresizliği bir araya gelince, Türkan’la evlenme kararı almışlardır. Bu imkânsız olmayan bir olasılık olmakla beraber, üç çocuğuyla ortalarda kalmış çilekeş Türkan’ın şu ana kadar tam seçemediğimiz bir yönünü anlamamıza olanak sağlamıştır. Türkan daha önce sürekli şikâyetçi olduğu, resmen işkencelerinden, hakaretlerinden bıktığı, ağladığı, kendisi ve çocuklarını kovarak sokağa atmak üzere olan, bu uluyan yaşlı huysuz ihtiyarla evlenme kararı almış ya da gelen teklife olumlu cevap vermiştir. Bir süre önce Muharrem’in “bu adam sana âşık” tespitine “Siktirsin oradan, ölürüm daha iyi.. Siz bana yardım mı etmek istiyorsunuz yoksa o deliyle baş göz etmek mi anlamıyorum yani.” diyerek tepkisini ortaya koymuş, olumsuz tavır sergilemiştir. Planın ters teperek ihtiyarı zafere taşıması, Muharrem’in tek paylaşım yaşadığı kişiyi de çok kötü şekilde kaybetmesi manidardır. Muharrem yaptığı ölüm konuşmasından kendisi de etkilenmiştir. Karakoldaki tepkiler, aslında söylediklerine kendisinin de hazır olmadığını ve hatta Türkan’ın bunları ciddiye alarak yapmış olmasının şaşkınlığını yaşadığını göstermektedir. Türkan’la paylaştığı ölüm senaryosundan sonra izlediği belgeselde de ölüm vardır. İzlediği belgesellerde üreme konusu avlanmaya kaymıştır, büyük kedilerin bir zebrayı nasıl avladıkları, öldürdükleri vardır.
ZEKİ DEMİRKUBUZ
Türkan’a, Aslan Bey’i merdivenlerden yuvarlayarak öldürme planını anlattıktan sonra uyuya kalan Muharrem gözünü bir rüya/hayal arası durumla açar. Bence bu hayale yakın bir durumdur. Muharrem dişlerini sıkarak, nefesini tutarak kâbustan uyandığında gözünü açar ve eski arkadaşlarını ona bakarlarken görür. Burada kurgu(6) bize şunu anlatır; Muharrem gözünü açar ve onları görür, önce onları görüp sonra gözünü açmaz yani sadece bir kâbustan ziyade kâbusla hayal arası bir durumdur, ayrıca açısal olarak arkadaşlarının duruşları ve bakışları Muharrem’in yatış pozisyonuyla örtüşmektedir. Yani Muharrem gözünü açtığında kendisine bakan 4 adam görmüştür. Muharrem ‘Sevgili Generalini ve yalakalarını görmüştür’. Eski dostlarla ilgili iki yer vardır sınırın zorlandığı ölümün yakınlaştığı, bir tanesi Türkan’la yapılan bu konuşma ardından gelen belgesel ile ekibi görerek uyanması diğeri de yemek masasında Muharrem’in şarap şişesini ucundan tutarak yerine oturmasıdır. Sınır zorlansa da yönetmen karanlık dünyadan çıkacak bir hamle yapmamış, filmin çıkış noktasını riske atmamıştır. Peki, Muharrem ne hissetmektedir bu ölüm konuşması üzerine, onda ki karşılığı nedir bu durumun? “Sabah üstümde cinayet işleyecekmişim gibi bir ağırlıkla uyandım.” Diyerek, Muharrem öldürme fikrinin ondaki izini bizimle paylaşmaktadır. Ölüm ve şiddet Muharrem’e göre değildir, O sürünme adamıdır, acılar içinde kıvranmalı, bir sokak köpeği gibi aşağılanmalıdır. Ölüm bir kurtuluş yoludur, Muharrem ölümden korksa da, ölümün iyi olanını düşlese de, istediği acılarını son bulduracak şey ölüm değil, bu acıları daha aşağılıkça yaşatacak bir var olmadır.
Yemek Masasındaki İllüzyon; Demokrasi!
Muharrem kendini ‘yüzsüzce’ davet ettirdiği yemeğin planlarını yaparken, intikam alacak karanlık bir kral gibi mi yoksa içindeki aşağılık duygusuna yenilip kendisini küçük düşürecek bir zavallı gibi mi davranacaktır? Yemek günü yaklaştıkça bu stres daha artmış Muharrem tuvalette içindeki sağduyuyla konuşmuştur. Bunu ayna aracılığıyla yapmış sağduyunun sesini dinlemiş fakat sonunda çaresiz bir müptezel (bağımlı) gibi ‘koşa koşa’ yemeğe gitmiştir. Muharrem alkolün de etkisiyle, ekibe koşması ve başına gelecek hemen her şeyi hak ederek kendini o hale düşürmesi, acaba aşağılanmaya duyduğu durdurulamaz istekten mi? Yoksa hadlerini bildirmeye gittiği ‘zibidilerin’, O’nu alt etmesinden mi kaynaklanmaktadır? Tuvalet; bembeyaz ve temizdir yani Muharrem’in karanlık dünyasında gizleyebileceği her şeyi daha açık belli etmektedir. Muharrem dağınık saçları, kirli sakalı, hırçınlığı, öfkeli yüksek ses tonu ve pantolonuna işemesiyle, bu temiz tuvalette göze batmaktadır. Muharrem savaşın tam ortasındadır, pisuara işerken sesli düşünmesi savaşın fiziksel olarak dışarıya vurmaya başladığını gösterir. Söyledikleri ise sağduyunun çaresiz haykırışıdır. “Gitmiyorum ulan, gitmiyorum, mecbur muyum gitmeye? İbneler!” karanlık tarafa haykırıştır. Muharrem’in sesli düşünmekten kendi kendine konuşmaya geçmesi, aynadan kendisine olayı teyit ettirmesi ise, adeta yemeğe gideceğinin ve kendini küçük düşürmek adına ne gerekiyorsa yapacağının itirafı gibidir. “Söz verdim ama vız gelir, arayıp söyleme zahmetine bile girmem. Tamam mı? Tamam.” Muharrem sorusunu sormuş cevabını almıştır, keyfi yerine gelmiş neşelenmiş ve Ankara marşını söylemiştir. Anlatıcı; “Gitmediğim gibi kendime başka bir plan yaptım, hem de tam onlara söz verdiğim saatte.” Muharrem randevuya tam saatinde gitmiş yanında onu koruyan, silahı olan, karanlık zevk oyuncağını, anlam bulduğu patatesini, egosunu da yanında getirmiştir. Değişen randevu saatinden haberi olmayan Muharrem 1 saat erken gelmiş olmakta ve bunu kalan yarım saatin başında öğrenmiştir. Zaten alkol alan Muharrem, anın stresinden de, bu duruma üzülmesinden de hızlı sarhoş olmuştur. “Bütün hatam ilk gittiğim barda aç karnına içtiğim 2 kadeh şarap oldu, alkolü koklasa aslan kesilen biri olarak buraya nasıl geldiğimi bile hatırlamıyorum ama geç kalırım endişesiyle koşa koşa geldiğime %100 eminim. Yine de kurtarıcılarımı görmüşçesine sevindim, az kalsın gücenmem gerektiğini bile unutuyordum.” Seslendirici burada güzel itiraflar yapmakta, bizi aydınlatmaktadır neredeyse gözümüzü kapatsak anlattıklarıyla kendi filmimizi çekecek kadar bilgilendirici konuşmaktadır. Bir insanın kendini bu kadar güzel ve gerçek anlatabilmesi tam manasıyla ‘güçlü’ ama çok güçlü olması demektir. Anlatıcı Muharrem de olsa aslında Muharrem olamaz. Kendindeki basit bir ruh rahatsızlığını bile çözümlemek için seanslar, kasılmalar, gözyaşları içerisinde kalan herhangi bir insan böylesine ‘içten’ itirafları, bu kadar yalın şekilde kendiyle yüzleşmeyi nasıl gerçekleştirebilir? Böylesine akıl almaz bir sağaltıma tarihte kaç kere rastlanır? Seslendirici aslında Tanrı’dır. Yönetmen aşağılık Muharrem’i, belki de uyarlamaya sadık kalmak için bulunduğu dünyada sınırları dışına çıkarmamış ama seslendirici aracılığıyla onu Tanrı’laştırmıştır. Muharrem kurtulmuş, onurlu, güçlü, kendini görebilen sağlıklı bir birey olmuştur. Evet, filmin sonu mutlu bitmemiştir fakat Muharrem geçmiş zaman seslendirmesi yaparak sonunun sandığımız gibi olmadığını söyler bize. Muharrem artık bizden daha ileridedir daha sağlıklı ve daha kendisiyle barışıktır, karakter Tanrı’laşmıştır. ‘Yeraltı 2’ bir başarı hikâyesi filmi olmaya adaydır!
Cevat, ekibin saygı duyduğu, ekip üzerinde otorite sahibi bir kişiliktir. Diğerleri ona imrenmekte, belki de yer yer aşırılığa kaçarak yalakalık yapmaktadırlar. Öyle ya da böyle Cevat ekipte saygı görmekte ve ön plana çıkmaktadır. Aynı kişiler hem geçmişte yaşananlardan dolayı hem de genel davranış biçimlerinden ötürü Muharrem’i sorunlu, sinsi, yavşak, yüzsüz biraz da kötü bir insan olarak değerlendirmekte, birlik olacak şekilde böyle düşünmektedirler. Muharrem ise Cevat’la ilgili hırsız, ekiple ilgili ise yalaka yakıştırmasını yapmakta, kendisinin hatalarını ruhunda kabul ederken, dışarıya karşı katı bir tutum takınmaktadır. Muharrem onların ‘doğru’ insanlar olmadığından emindir, ekiptekiler ise Muharrem’in ‘düzgün’ bir insan olmadığından emindirler. Peki, hangisi haklıdır? Biz filmi Muharrem’in gözünden seyrettiğimiz için ve anlatıcı kişi sağaltımını yapmış kendisiyle yüzleşmiş Muharrem olduğundan, Muharrem sıkıntılı bir tip de olsa yönetmenin anlatımı ve engin günaydının kamuoyundaki şirin algısının da etkisiyle masadaki diğer üç kişi bize daha kötü gelmektedirler. Sanki Muharrem yalnız kalmış zavallı bir savaşçı gibi elinden geleni yapacak ama bu ‘birleşmiş kişilerin’ karşısında kaybedecektir. Muharrem her ne kadar içimizdeki karanlık dünyayı temsil etse de, diğer üç kişi bize daha yakındır. Muharrem, karanlığı liderlik vasfıyla yaşayan bir yer altı delikanlısıdır, Muharrem’i sevmeyen, dışlayan bu ekip ise kendi dünyalarının sığ tutsaklarıdır. Fakat normal olan diğerleridir çünkü çoğunlukturlar, yalakalıkta yapsalar, insanları hor da görseler, bu masada illüzyonların en büyüğü olan demokrasi vardır. Muharrem’in yapmayacağı tüm saçmalıkları yapması için gereken tetikleyiciler bu masada mevcuttur. Muharremin terazisinin bir tarafında kendi yaptıkları, diğer tarafta masadakilerin yaşamları durmakta, Muharrem ise kinini kusmak için tetikte beklemektedir. Masa yuvarlak olduğundan ötürü herkes eşit sayılmakta, ödül alan Cevat başarılı diğer üçü yalaka, Muharrem ise ‘rahatsız’ imajlarıyla fakat eşit olarak karşımıza çıkmaktadırlar. “Dünyanın en aşağılık düzeni tam karşımdaydı, artık dayanamıyordum, yüzlerine bile bakmadan hemen kalkıp gitmeliydim.” Peki, Muharrem’in bu kadar aşağılık bir düzenle olma isteği neydi? Ya, Muharrem gibi ‘masadakilerden farklı’ bir adamın bu ekiple oturma isteğine ne demeli! Masadakiler, Muharrem’den duyacaklarını başka kimseden duyma ihtimali olmadığı için ve birbirlerine eleştirel yaklaşamayan bir ekip olduklarından mı Muharrem’i görmeyi kabul ediyorlardı? Yoksa bu buluşma sadece, acıma hissiyle de karışık bir ‘eski dostu görme’ seansı mıdır? Bu ihtimallerin hiçbiri sonucu değiştirmeyecektir. Bu ekipte alay etme, zaaf yakalama davranış biçimi, Muharrem’de de engel olamadığı aşağılık kompleksi varken sonuç aynı olacaktır; Muharrem’in küçük düşmesi.
Muharrem atışını yapar, hayali kadar doyurucu olmasa da içinden gelenleri söyler. “Sevgili Generalim Cevdet Bey, pardon Cevat bey ve kadirşinas yalakaları, şunu iyi bilin ki; gösteriş budalası insanlardan, gösterişli laflardan, gösterişin kendisinden hiç hoşlanmam bu 1, kibirden, kendini beğenmişlikten, bütün bu dağları ben yarattım havalarından süslü kişiliklerden nefret ederim bu 2, yalakalardan, yalakalıktan, yalakaca edilmiş laflardan ve davranışlardan da nefret ederim bu 3, dördüncüsü gerçeği içtenliği ve samimiyeti çok severim ve Dostoyevski’nin dediği gibi gerçeğin her şeyin üstünde zavallı egoların bile üstünde tutulmasını isterim. Arkadaşlığın karşılıklı, açık sözlü ve yalansız olanı için canımı veririm, evet buna bayılırım sayın generalim, arkadaşlık hassaslık ve incelik isteyen bir iştir, öyle özensizliğe kabalığa alaycılığa gelmez.. Güle güle gidin İstanbul’a, O Kahpe Bizans’ı bizim için fethedin, oradan da sürün atınızı batıya Viyana’ya, Nobel’di, Oscar’dı ne bulursanız getirin Ankara’ya, şerefinize Sayın Generalim şerefinize”
Konuşma üzerine yaşanan sessizliğe bir de Muharrem’in şişeyi bir saldırı aracı kullanacakmış gibi tutuş şeklinin eklenmesi ortamı germiştir. Cevat’ı yücelterek yermiş, iktidar yalakaları ise doğrudan hakarete maruz kalmıştır. Muharrem şarabını doldurup fondip yaparken Cevat başı dik biraz da burnu havada şekilde Muharre”e bakmaktadır. Cevat’ın duruşunu koruması Muharrem’de bir utanmaya yol açmıştır. Daha önce de iş arkadaşıyla göz göze gelen Muharrem aynı şekilde gözlerini kaçırmış fakat bunu Cevat’ınkinden farklı olarak, sanki bir korkuyla yapmıştı. Evinde kahvaltı yaparken ve Türkan’ın yanına indiğinde göz göze geldiği ‘karanlık bakışlı çocuk’ karşısında da Muharrem gözlerini kaçırmıştır. İtiraf etmek gerekir ki çocuğun bakışlarındaki karanlık seyirciyi bile almaktadır. Konuşmanın bir çelişkisi de dört yakın arkadaşa bu konuşmayı yapan kişinin hiç arkadaşı olmamasıdır. Arkadaşlıkla ilgili bunca derin bilgiye sahip olan kişinin, konuşmaya yakışır şekilde arkadaşlarının da olması beklenir. Tabi konuşmanın yüksek promil etkisi altında yapıldığı da unutulmamalıdır. Şampanya patlama sesi, metaforik olarak erkeğin boşalması eril gücün şölensel zirvesidir, erkeklerin patlattığı şaşalı bir içki olan şampanya burada Cevat ve yalakalarının, zevkten dört köşe olduklarının egosal simgesidir. Muharrem bu sese uyanır, aynı zamanda bu gerçeğin sesidir onu uykusundan uyandırmıştır, egoların üzerinde olan gerçeğin sesi. Ekip o kadar mutluluk sarhoşudur ki Muharrem uyumadan önceki gerginlikten eser yoktur, uyuyan Muharrem’i, ona karşı iki tavırdan biri olan eğlenceli küçümsemeyle karşılarlar. Muharrem çok şey söylemek istemektedir ve söyler de. Bazı kısımlarını unuttuğu ve bağlamasını ağzıyla çaldığı ‘Ormancı Türküsü’. Ormancı türküsü ağıt niteliğinde olan, gerçek bir olaya istinaden yazılmıştır.
‘Aman ormancı, canım ormancı köyümüze getirdin yoktan bir acı’.
Sanki bu grubun ormancısı Cevat’tır ve Muharrem ona sitem etmek ister gibidir. Muharremin’in diğerlerini ciddiye almadığını göstermek için alkolün de etkisiyle seçtiği bu tepki, Muharrem ile ilgili bakış açısını pekiştirmiş, beklediği etkiyi de yaratamamıştır. Zaten gergin bir gecenin ardından gelen bu yersiz hareket, diğerlerinin daha önce planını yaptıkları ‘naif fuhuş âlemine’ gitmelerine ivme kazandırmıştır. Ekibi ciddiye almadığını göstermek isteyen Muharrem ciddiye alınmamış, yalnız kalmış ve yaşadığı rezilliklerden dolayı yoğun bir ızdırap, pişmanlık duymaya başlamıştır. Taksiye bindikten sonra ise pişmanlık yerini öfkeye (7) bırakmış, yanlış hatırladığı otel isminden yola çıkarak Cevat’ı tokatlamaya karar vermiştir. Kendi kendine bunu sayıklamaktadır. Öfkeyle pişmanlık arasında gidip gelen Muharrem kendisini rezil etmenin verdiği ağırlığı ancak öfkeyle dışarıya atabilecektir. Acaba otelin adını yanlış mı hatırladı yoksa kendini kandırarak mı benzer isimli bir otele gitti? Sorusu, gittiği otelde geçirdiği öfke nöbetiyle kendini kandırma ihtimalinin üzerini silmektedir. Burada ustaca sahneye yedirilmiş fakat verdiği cesaret ile Muharrem’in kendisini küçük düşürmesine tam destek olan şey ‘alkol’dür. Kendini küçültmeye doymayan Muharrem, en son başka bir otele giderek, unutulmayacak rezilliklere imza atmıştır. Cevat’ı tokatlamaya gitmiş, tartaklanmış, ekibe içindeki kini kusarak onlara ne kadar aşağılık insanlar olduklarını söylemeye gitmiş bu sefer de aşağılanmış, sarhoş ve deli muamelesi görmüştür. İçindeki aşağılık hissinin önderliğinde almayı hayal ettiği tüm kaleleri sırayla kaybetmektedir. Sırada Türkan vardır. Türkan’dan sonra kaybedecek bir tek işi kalan Muharrem’e, bence hayat son bir şans vermiştir, Muharrem’e el uzatan ruhsuz fahişeyi göndermiştir.
Muharrem, gece yanına nasıl geldiğini hatırlamadığı fahişeyle ölüm üzerine konuşmakta, fahişenin yaşıtı olan bir gün evvel ölen bir kızdan bahsetmektedir. Kızın acı çekerek ölmesini ürkütücü bulmakta ve böyle bir şey yaşamamak için bir yol bulabileceğinden söz etmektedir. Buraya kadar herkes için aynı olan bir durumdan söz etmektedir, kimse acı çekerek ölmek istemez fakat öldükten sonra gömülme merasimi ile ilgili düşünceleri farklıdır. Müslümanlıktaki ‘kabir azabı’ her ne kadar yıllar önce batıl inançlar listesine alınmış olsa da halen toplumda yaygın bir inanıştır. Ölen kişinin ahrete (kıyamete) kadar beklerken kabirde tarifi olmayan acılar çekeceği, kemiklerinin iç içe geçeceği söylenir, tüm resmi dinlerde olduğu gibi Müslümanlıkta da korkuyla dinin mayası kuvvetlendirilmektedir. Muharrem’in gömüldükten sonra mezarda yaşanacaklarla ilgili öngörüsü her ne kadar kabir azabını andırsa da, dine yakınlık duymadığını bildiğimiz Muharrem’ in bu durumla ilgili hisleri daha farklıdır. Muharrem ölen kişinin yaşama ihtimali olduğu durumları sayarken adeta diri birinden bahsetmektedir. Muharrem yaşayan bir ölü gibidir ve mezarın içine de yaşayan biri gibi girdiğini hayal eder. Fahişenin bu durumla ilgili ‘Zaten ölüsün hissetmezsen fark etmez ki.” sözlerine “Nereden biliyorsun ya fark ediyorsa?” diyerek dinle ilgili hemen herkesin yaptığı ‘bilinmezlik ritüelini’ gerçekleştirmekte, konuşmayı kilitlemektedir. Bu sırada fahişe Muharrem’in bir parçası olan patatesi elinde çevirmekte onunla oynamaktadır, kırmızı ojeli güzel ellerde bile patates aynı çirkinlikte durmaktadır. Muharrem bir kadının güzel ellerinde dahi aynı Muharrem’dir, içi değişmeyeni dışarıdan hiçbir şey değiştiremez..
Genel bir doğaçlama benim hiçbir zaman tarzım değil.
Başrol oyuncuları ve figüranların rollerini çok iyi icra etmesi dışında, çiğ bir performans sergileyen diğer oyuncuların yer yer tutuk bazen de zorlama tavırları, acaba yönetmenin doğaçlamaya izin vermemesinin yanı sıra oynanan karakterin esnekliğinin ortadan kaldırılmasıyla bir bağlantısı olabilir mi sorusunu akla getirmektedir. Oyuncu yönetimi konusunda başarılı olduğu tescillenmiş olan ayrıca bu konuda kendisini de başarılı addeden Demirkubuz, Zeki Ökten hocanın yanında oyuncu yönetimi konusunda sağlam temeller atmış çokça yol kat etmiştir. Oyunculuklardaki teatral durum sanki bilinçli yapılmışçasına izleyicide farkındalık yaratmaktadır. Özellikle Cevat’ın ‘yalaka’ arkadaşlarının diyaloglarda es vermesi, vurguları titizlikle uygulaması, duygu durum ile ses tonu/vurgusunun senkronize ilerlemesinin teatral bir hava yarattığı aşinadır. Muharrem ve Türkan’ın da doğaçlama yapmadığını varsayarsak, rollerini muazzam gerçekleştirmişler, ödüller almışlardır. Yönetmenin ilk sinemaskop filmi olan “Yeraltı”nda, açılan kapı metaforu açık kalan kapı metaforuna evrilmiştir. Muharrem’in gelmeyeceğini bildiği halde, umudu beklemesi kapının kapatıldığı halde açılmasından değil, açık bırakılmasından anlaşılmaktadır. Muharrem’le ilgili değinmek istediğim bir şey de ismidir. Muharrem, Osmanlıca’da ‘haram edilmiş’ demektir. Muharrem’e her şey haram gibidir, kendisi de elinin değdiğini herkese haram etmektedir. Sanki Muharrem’e helal olan tek şey yerin altında yetişen patatesidir.
Notlar:
2″ Bülent Küçükerdoğan, Turhan Yavuz, İbrahim Zengin, Video ve Film Kurgusuna Giriş, 1. Baskı, İstanbul 2005, Es Yayınları, s.120
3″ Orhan Kâhyaoğlu/Sinan Güler, Pink Floyd, 5. Baskı,İstanbul 1987, Metronom Yayınevi, s.119
4″ Alfred Adler, Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme, 1. Basım,Ankara 1983, Say Yayınları, s.112 (Outside The Wall/Duvarın Dışında)
5″ Prof. Dr. M. Orhan Öztürk, Ruh Sağlığı ve Bozuklukları, 9. Basım, Ankara 2002; Feryal Matbaası/Nobel Tıp Kitapevleri,Birinci Basım: 1988, s.435.
6″ Walter Murch, Göz Kırparken, 1 Basım, İstanbul 2007, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.25
7″ Fyodor Dostoyevski, Yeraltından Notlar, 1. Basım
KAYNAKÇA
Kitaplar
Küçükerdoğan, Bülent. Yavuz, Turhan. Zengin, İbrahim. (2005). Video ve Film Kurgusuna Giriş. 1. Basım. İstanbul: Es Yayınları.
Kâhyaoğlu Orhan/Güler Sinan. (Haziran 1987). Pink Floyd.
5. Baskı. İstanbul: Metronom Yayınevi.
Adler, Alfred. (Aralık 1983). Kişilik Bozuklukları ve Toplumsal Bütünleşme.
1. Basım. İstanbul: Say Kitap Pazarlama.
Öztürk, Orhan. (Ekim 2002). Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. 9. Basım
Ankara: Feryal Matbaası/Nobel Tıp Kitapevleri.
Murch, Walter. (Mart 2007). Göz Kırparken. İlker Canikligil (çeviren) 2. Basım. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Dostoyevski, Fyodor. (Mayıs 2011). Yeraltından Notlar. 1. Baskı.
İstanbul: Can Yayınları
İnternet
www.demirkubuz.com
Bu Eleştiriyi Paylaşın!