İktidarı/erki eline geçiren kişinin nasıl başka bir şeye dönüşebileceğini çok açık ve net bir şekilde göreceksiniz filmde.
Sinema tarihi yüzlerce re-make (yeniden-yapım) ile doludur. Bu yeniden yapımlar kimi zaman eski ama iyi bir filmin, zamanın külleri arasında kaybolmasına gönlü razı gelmeyen yapımcı ve yönetmenlerin, filmi yeniden canlı kılmayı istemesi, kimi zaman ilk çekilen filmin iyi bir konuyu kötü işlediğine inanan bir başka yönetmenin senaryoyu yeniden çekmek istemesi, kimi zaman ise –bu filmde olduğu gibi- Avrupa’da çekilmiş iyi bir filmin Amerika’da gözden kaçırılmasına razı olmayan yönetmenlerin kendi ülkeleri için yeniden çekmek istemesi gibi nedenlerle yapılır.
Amerikan toplumunun sinema ile ilgili en büyük sıkıntısı altyazılı film izleyememeleridir. Bunu bizzat tanık olduğum bir olaya dayanarak, biraz da genelleme yaparak yazıyorum. Elbette ki bir mutlaklık içermiyor bu yazdıklarım ama bunları deneyimlerime ve Amerikalı arkadaşlarımdan duyduklarıma ve konuştuklarıma göre yazıyorum…
Yazdığım şeyi destekleyen bir örnek vereyim size; Alman yönetmen Michael Haneke’yi bilirsiniz (bilmeyenler bir an önce öğrenmeliler!)… Haneke 1997 yılında, baştan sona Amerikan hayat tarzını yerle bir ederek eleştirdiği, şiddetin normalleştirilmesini merkeze alarak çektiği Funny Games filmini, “Amerikan toplumunu eleştirmek için çektiğim film Almanca orjinal dilinde olduğu için Amerika’da izlenmedi; bu nedenle Amerika’ya gidip, Amerikalı oyuncularla yeniden çektim, ki izleyebilsinler…” diyerek 2007 yılında yeniden çekmiştir. Baştan sona aynı kadraja, senaryoya, kurguya ve atmosfere sahiptir bu yeniden-yapım. Sadece dil, oyunculuk ve yıl değişmiştir.
İşte bu 2010 yılında çekilen The Experiment filmi de, aslı 2001 yılında çekilmiş olan ve yönetmenliğini Oliver Hirschbiegel’ın yaptığı Das Experiment filminin bir yeniden-yapımıdır.
Peki iyi mi olmuştur? Amerikan sinemasının Avrupa Sineması ile sinematografik farklılıklarını bir kenara koyarak incelersek, iyi olmuştur. Ancak biraz daha hafifletilmiş bir film bu. Şöyle ki; hapishanede yaşanan olaylar birbirine çok yakın resmedilmişse de atmosferin baskısı ve oyunculuk yeni filmde biraz daha hafif gibi geldi bana… Bu yönetmenin yorumu da olabilir. Amerikan Sinemasının bağlı bulunduğu ahlaki yapıdan, “izlenebilirlik gözetimi”nden ya da ilk filmi izleyip çok beğendiğim ve aradan da bayağı bir süre geçtikten sonra yenisini izlediğim için de olabilir.
Buna ek olarak ilk filmde başrol oyuncusu olan ve oyunculuğunu izlediğim, her filminde beğendiğim, çok sevdiğim Moritz Bleibtreu’ya karşılık yeni filmde aynı karakteri, aksine oyunculuğundan zerre hazetmediğim Adrien Brody canlandırıyor. Bu benim ikinci filme biraz daha uzak kalmama neden olan bir diğer etken.
Ancak yine de gayet başarılı bir yeniden-yapım olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bu başarıda filmin yönetmeni olan Paul Scheuring’in büyük katkısı var. Kendisi bildiğiniz gibi Prison Break dizisinin senaristi ve yapımcısıdır. Bir hapishane ortamı resmetme konusunda oldukça başarılı bir insan… Bu da filmin başarısını garantileyen bir şey bana kalırsa.
Gelelim filme… Belki ilk filmden bilenleriniz vardır; bu film 1971 yılında İngiltere’de yapılmış olan ve adı “Stanford Prison Experiment” (Stanford Hapishane Deneyi) olarak geçen gerçek bir olaya yaslanmaktadır. Filmde ne olduğunu izleyeceğiniz için burada tekrar etmeyeceğim deneyin içeriğini. Ancak şunu belirtmekte fayda var, deneyin gerçeği de başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
İşte böyle bir deneye yaslanan filmin ana teması “baskı altındaki kişinin kendi sınırlarını nereye kadar zorlayabileceği” şeklinde özetlenebilir. İktidarı/erki eline geçiren kişinin nasıl başka bir şeye dönüşebileceğini çok açık ve net bir şekilde göreceksiniz filmde. Tıpkı benzer şeyleri yazmış olduğum bir diğer film olan Die Welle yazısında bahsettiğim üzere, öyle bir çıplak gerçekle yüz yüze geliyorsunuz ki, kendinizi sorgulamadan duramıyorsunuz…
İktidar/erk öyle bir güçtür ki, en insancıl olan bile o gücü eline aldığında başkalaşır. Aklıma Özdemir Asaf’ ın bir şiiri gelir böyle durumlarda… Ne demiş şair; “Bütün renkler hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler…”. İşte böyle bir gücü eline geçiren ancak filmin başında çok silik ve bir o kadar da yumuşak huylu bir karakter olarak canlandırılan Barris (Forest Whitaker), birden bire en caniden daha caniye dönüşür… Ve yine sosyolojiden ve Steinbeck’den bildiğimiz üzere “baskı ancak baskı altındakileri güçlendirir ve birbirine bağlar”… Dolayısıyla, deneyde erki canlandıran taraf ipin ucunu kaçırınca, ezilen tarafı canlandıran kitle de savunma refleksini geliştirir ve bu noktadan sonra çatışma kaçınılmaz olur… Ama ne çatışma!
Film klostrofobik yapısıyla etkisini daha da bir artırıyor. Öyle ki bir süre sonra içeride kalanın kendiniz olduğunu hissetmeye başlayıp, kapıyı pencereyi açmak zorunda hissedebilirsiniz kendinizi… Bu, zaten izleyen üzerinde de baskı kurmak isteyen filmi daha da rahatsız edici kılıyor.
Hangi versiyonunu izlerseniz, hangi oyuncuyu severseniz sevin bu film size çok iyi bir 96 ya da 114 dakika geçirtecektir. Ha bir de eğer olan biteni eleştirel bir gözle, analiz ederek izlerseniz bu filmden fikirsel olarak çok şey elde edebilirsiniz. Bu da yanınıza kar kalır…
Bu Eleştiriyi Paylaşın!