1967′de Hakkari’de doğmuş. Sonra Ankara’da devam etmiş yaşamına… Zorlu üniversite yılları… Tiyatro aşkı… Özünü ve özgünlüğünü hiç kaybetmeden Türkiye’nin şimdilerde ki en büyük komedyen, oyuncu, yönetmen ve yazarları listesinin en tepesinde yer alanlardan olmuş… Bizim nam-ı diğer “Mükremin Çıtır” öyle böyle değil devasa bir uluslararası prodüksiyonda (tam bir Holywood prodüksiyonu sayılmaz) arz-ı endam ediyor… Hakediyor da… Cem Yılmaz’ı ise anlatmaya gerek yok, artık “global” bir komedyen o.
Uzun zamandır konuşulan ve beklenen “Son Umut” filmi, aslına bakarsanız “Russell Crowe vizyonda” sloganını hakediyor. Filminden daha çok filminin çekim süreci ve oyuncuları ile gündeme geldiği için kanaatimce bu bir Russell Crowe gösterisi. Türkiye sineması açısından da etkileyici bir dönüm noktası niteliğinde. “Son Umut”; Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ın bu derece görkemli ilk uluslararası açılımı sayılabilecek bir film.
Filmin ilk haberlerini duyduğumuz da, aylar öncesinden bazı görüşmeler yapılmış hatta filme başlanmıştı bile. O zamandan beridir çok iyi bir şekilde süreç yönetildi. Bir yurt dışı yapım ülkemizde ilk defa sinema seyircisi tarafından bu derece içsellestirilerek beklendi. Yerli bir yapım gibi… Sonuç harika tabi ki. Daha gösterimin ilk günlerinde beklenen çekiciliği oluşturdu zaten.
Keyifli ve çok katılımlı dolu dolu bir salonda izledim bende…
Filmin daha ilk dakikalarında bir büyük yapımda Russell Crowe ile yanyana “bizimkilerin” adını okuyunca bile heyecan duyuyoruz. Her ikiside başarısı ve yetenekleri tescilli iki büyük oyuncumuz ve bir Hollywood starı yan yana…
Yıl 1915… Gelibolu işgalci kuvvetlerin saldırısı altında… Anzaklar kendi topraklarından binlerce kilometre uzakta sadece “prensip” için ölüyor ve öldürüyorlar… Karşılarında ise ülkenin her şehrinden yoksul ve yorgun Türkiye askerleri… Onlarda ölüyor ve öldürüyorlar… Kendi toprakları için ama.. Savaşın inanılmaz dehşeti… Filmin savaş sahneleri olayın vahametini ve şiddetini gösterecek görsellikte olamasa da dramatik anlamda başarılı… Hendeğe konmuş tüfekli tuzak gibi komik, gereksiz ve anlamsız sahneler biraz can sıksa da, akıcı ve sorunsuz ilerliyor film.
Sonra savaş biter ve inanılmaz trajediler yaşayan bir Anzak baba Joshua Connor (Russel Crowe) savaşta öldüğünü düşündüğü üç oğlunun peşine düşer. Kurtuluş savaşının ilk filizlendiği yıllardayız, her taraf toz duman. Savaşı bu meydanlarda kazanan Hasan (Yılmaz Erdoğan) gerisin geri bu savaş meydanına dönerek Cemal (Cem Yılmaz) ile beraber Anzak askerlerinin cenazelerini bulmalarına yardım ederler. Onları Joshua Connor ile birleştiren çocuklarını bulma umududur. Senaryo derin kusurlar taşımamasına ve dengeli olmasına karşın, açıkçası tanrı ile ilişkileri bozuk Joshua’nın İstanbul’a vardığında Süleymaniye camii ve ezan okunması ile kurduğu sempatik ilişki hikayede bir çelişki olarak duruyor.
Bir dönem filminin hemen tüm gerekleri yerli yerinde aksesuarlar ve mekan seçimi başarılı… Tabii olmazsa olmaz klişeleri de unutmadan; Kapalı Çarşı çatısında koşma sahnesi -007 bile koşmuştu-, hamam sefası, Sultanahmet, Semah gösterisi ve daha bir iki küçük İstanbul resmi… Yanılmıyorsam Yere Batan Sarnıcı bile vardı… Olsun varsın, rahatsızlık yaratan birsey yok… Ve hatta Cem Yılmaz’a Hey Onbeşli türküsünü söyletip Av Mevsimi’nin “Hayde Hayde” si gibi sosyal medyaya hitap eden sahne bile unutulmamış.
Ancak tüm bunları sıralarken hakkını verelim; sinema ile biraz ilgili her Türkiyelinin karnının tok olduğu bu sahneleri çıkarsanız dahi iyi bir film var elimizde…
Dengeli bir senaryo ile bir savaşlar dönemine bakmak ve her iki tarafıda üzmeden film yapmak bile yeterince büyük bir başarı. Gerçi doğru ya da yanlış Yunanlıları çeteleri ile katliam yapan bir grup olarak resmettiğini de not edelim. Devamı planlanan ve son zamanların iyi filmlerinden biri…
İyi seyirler…
Bu Eleştiriyi Paylaşın!