Yönetmen : Mira Nair
Senaryo : Sabrina Dhawan
Grace, babası ve onun eşkiya grubu ile 1930’lu yılların Amerika’sının eyaletlerinden birinden şık arabalarıyla geçerken zenci bir kadın tarafından durdurulurlar. Kölelik 70 yıl önce yasaklanmıştır ancak bu eyalette siyahlar hâlâ köle olarak kullanılmaktadır.
LARS VON TRIER AHLAKININ HIRPALADIĞI IRKÇILIK VE MIRA NAIR’İN BATIYA (ya da İNGİLİZLERE!) ÖYKÜNMEDEN EĞLENDİRDİĞİ HİNTLİLER
Kısaca “Manderlay” Öyküsü:
Grace, babası ve onun eşkiya grubu ile 1930’lu yılların Amerika’sının eyaletlerinden birinden şık arabalarıyla geçerken zenci bir kadın tarafından durdurulurlar. Kölelik 70 yıl önce yasaklanmıştır ancak bu eyalette siyahlar hâlâ köle olarak kullanılmaktadır. “Naif” Grace, çiftlik sahibi yaşlı ve beyaz kadının acımasızca çalıştırdığı zencilerin bu durumuna kayıtsız kalamaz ve çiftlik sahibine karşı çıkar. Yaşlı kadın ölür, zenciler özgürlüğe kavuşur ve özgürlüğün ne anlama geldiğini bilmediklerini gören Grace onlara “demokrasiyi” öğretmek ve babasına da bir şeyi başarabildiğini kanıtlamak amacıyla hasat zamanı sonuna kadar çiftlikte kalmaya karar verir.
Yaşlı çiftlik sahibi ölmeden önce Grace’den odada bulunan bir defteri yok etmesini ister ancak Grace kadına karşı nefretle dolu olduğu için onun bu son arzusunu yerine getirmez. Defter odada kalır, bir süre sonra defterde yazılanları bölüm bölüm okur ve Manderlay çiftliğinde köleler/efendiler arasında kurulmuş karmaşık düzeni anlamaya başlar. Zencileri örgütleyip demokrasi dersleri vermeyi de ihmal etmez. Zenciler önce çekimser kalırlar sonra “çalışmadan”, “üretmeden” yaşamanın dayanılmaz hafifliği karşısında günlerini geçirmeye başlarlar. Pamuk ekme zamanını “kimse onlardan istemediği için/emir almadıkları için” kaçırırlar. Grace toprak işinden anlamadığından zencilerin başı kahya ile sohbet sırasında gerçeği görür ve toprağın ekilmesi için emir verir. Halihazırda iki hafta gecikmişlerdir.
Grace’in demokrasi toplantıları zamanla kim hangi işi yapacak toplantılarına dönüşür. Grace de herkesle birlikte çalışır ve etrafını gözlemler. Boş vakitlerinde çakıl taşlarını para yerine koyup kumar oynayan zenci erkekler, çocuklarını döven zenci kadınlar, kendisini diğerlerinden farklı gören yakışıklı zenci (çünkü o içki içmez, kumar oynamaz, işlerin ucundan tutmaz, insanlarla arasına mesafe koyar) arasında ne onlardan biri olabilir Grace, ne de patronları. Bu sırada beklenmedik bir olay olur; kum fırtınası henüz yeteri kadar büyüyüp güçlenememiş pamuk tarlasını bir kum havuzuna dönüştürür ve Manderlay çiftliğinde kıtlık başlar. Çocuklardan biri yeterince beslenemediği için ağır hastalanır. Değirmende çalıştırdıkları ve ellerindeki tek at olan hayvanı bu çocuk iyileşsin diye keserler (eti için). Oysa çocuk için ayrılan eti yaşlı (ve dolayısıyla bencil) bir kadın çalmaktadır. Çocuk beslenememekten ölür. Yaşlı kadının etleri çaldığı ortaya çıkar. Demokratik bir ortamda yapılan oylama sonucu yaşlı kadının öldürülmesine karar verilir ve infazı Grace gerçekleştirir.
Kurtarılan birkaç çuval mahsulun karşılığı para kazanılır. O parayla zamanı geldiğinde yine ekim yapılacaktır, kalanıyla ihtiyaçlar karşılanacaktır. Grace duygularına yenik düşer ve kimselere benzememeyi tercih eden genç ve yakışıklı zenciyle yatar. Oysa o zenci kilit altında tutmakla yükümlü olduğu paralarla kasabada kumar oynamıştır ve hepsini kaybetmiştir. Hiçbir şey Grace’in umduğu gibi gitmemektedir.
Grace’in 1930’lu yılların Amerika’sını kasıp kavuran ekonomideki “Büyük Bunalım” ve bu umutsuzluk, aldatılmışlık hissini doğuran durum(lar) karşısında tutumu ne olacaktır?
Kısaca “Muson Düğünü” Öyküsü:
( Yönetmen : Mira Nair Senaryo : Sabrina Dhawan Yapım : 2001, Hindistan Tür : Komedi/Romantik Oyuncular: Maseeruddin Shah, Lillete Dubey, Shefali Shetty)
Milenyum Hindistan’ının Yeni Delhi’sinde oturan ve göreceli zengin bir ailenin kızı olan Aditi, görücü usulü ile evlendirilecektir. Oysa Aditi yerel televizyon kanalında sunuculuk yapan ve evli olan Vikram’la metres ilişkisi yaşıyordur. Aditi yakında evleneceği (ve Vikram asla düzenini bozmayı göze alıp, karısını boşamayacağı) için Vikram’dan ayrıldığını zanneder ama tutkularına yenik düşüp düğün öncesi buluşur ve yatarlar.
Baba ve anne; gruplar halinde misafir olarak gelen yakın//uzak akrabaları evlerinde misafir etmeye çabalarken, düğün organizasyonu için tutulmuş Hintli organizatöre evin bahçesine renkli çadırlar kurdurur. Organizatör iş için eve gel-gitler sırasında ailenin yanında hizmetçi olarak çalışan genç kıza fena halde tutulur. Kız da ona karşı boş değildir. Evin buluğa ermiş diğer kızı gelen kuzenlerden biriyle yakınlaşma yaşarken, gelin hanım (Aditi) müstakbel kocasına gerçeği söylemeye karar verir. Damat Hemant, Amerika’da tahsil terbiye görmüş, yakışıklı ve görgülü genç bir adamdır. Diğer taraftan yıllar boyunca ailenin büyüğü olarak sevgi ve saygı görmüş ve düğün için onca yoldan ailesiyle gelmiş Tej amcanın korkunç gerçeği ortaya çıkar; ailenin küçük kızlarına (yaşı 7-8 olan yeğenlerine) cinsel tacizde bulunuyordur.
Damat Hemant müstakbel eşinin anlattıklarından sonra bile onunla evlenecek midir? Düğün hazırlığı tüm hızıyla devam ederken Tej amca kendi çıkarlarını gözetmeye devam ederek küçük yeğenine “mutfakta tatlı yedirecek midir?” Aditi’nin anne ve babası çocukların “bu kadar çabuk büyüyüp” yuvadan uçacakları fikrine alışabilecek midir?
DOĞU MU BATI MI?
YOKSA KÜRESELLEŞME Mİ?
Her iki film uzunluk olarak birbirinin aynısı. İki yönetmen de öykülerini anlatabilmek için sanki sözleşmiş gibi aynı süreyi kullanır. Bu da “Manderlay” ve “Muson Düğünü” filmlerinin tek ortak gerçeği olarak kalır.
Filmlerin ikisi de etkileyici ve kışkırtıcıdır. İster istemez iki film için de şu sorular akla geliyor;
1930’ların Amerikası günümüze, zenci ayırımı konusunu demokratik yöntemlerini kullanmak suretiyle çözüp de gelebilmiş midir?
İngiliz sömürgeciliği karşısında inim inim inlemiş bir Hindistan’ın köşeleri çoktan kapılmış bir “globalleşme masalında” yeri var mıdır? Olmalı mıdır?
Trier’in filmi “Manderlay”, filmin baş kadın kahramanı Grace’in kişiliğinde günümüz Amerika’sının yaklaşımını sergiler. Damdan düşer gibi sorunun ortasına iner, Grace. Bu “inişini” geçerli kılabilmek için bir “yardım çağrısı” alır, elbet. Ancak onu ilgilendirmeyen olgulara burnunu sokmak yerine babası ve onun tabancalı adamlarıyla yoluna devam etseydi ne olurdu? Yönetmen (ve senaryo yazarı) Trier filmin sonunda Grace gibilerinin olduğu bir dünyada ırkçılığın yeni dünyadaki acımasız yüzünü geçerli kılmak çabasına girmeden renkli ve siyah/beyaz fotoğraflar eşliğinde kuyruk jeneriğini akıtır. Tablo çarpıcıdır. Fotoğraflar birkaç yıl önce polis kamerası tarafından çekilmiş bir zenci dayağı karesidir; çöpleri karıştıran zenci bir kadındır –geri planda tüm ihtişamıyla küreselleşmenin sembolü sayılabilecek Dünya Ticaret Merkezi (ikiz kuleler) durur-. Sonuçta ırkçılık sorunu çözülmemiştir, küreselleşme de kulelerin çökertilmesiyle çökmemiştir elbet.
Batıda ortalık toz duman altındayken, Orta Asya’da Hindistan’da, “Muson Düğünü” turuncu rengin verdiği tüm sıcak, olumlu, yumuşak duyguları yansıtır. İnsan dünyasının küçüklüğü ve masumiyeti içindeki “muhteşem” kalabalığa dikkat çeker. Hayat akar, çiçekler sürekli açar, gençler evlendirilir, yaşlılar ölmeden torunları kucaklarına alıp koklamak ister, buluğ çağının yeşerttiği hormonlar her yerdedir. Düğün organizasyonunu yapan adamın çiçekleri süs olarak kullanırken bir yandan da yemesi açlığını ya da açgözlülüğünü değil doğallığı, “yaratanın güzelliği”ne olan düşkünlüğü resmeder. Aditi (baş kadın kahraman) kendisi için yanlış olanın peşinden gitmemeyi acı çektikten sonra açık yüreklilikle kabul eder ve gerçeği (yasak aşkını) nişanlısına söyleme kararı alır. Düğüne sadece bir gün vardır. Nişanlısını kaybetmek bahasına (ya da ailesini rezil etmek bahasına) dürüst olacaktır.
Trier’in Grace’i ise dürüst olmayı didaktik olmakla karıştırır. Çiftlik sahibi yaşlı kadının doğal yolla ölümünden sonra zenci köleler adına mutluluk duyar; artık hepsi özgürlüklerine kavuşabilecektir. Grace yanılır. Sahip ölünce zenci köleler ne yapacaklarını bilemez olurlar. Sabah geç saatte uyanmanın ne demek olduğunu bilmeyecek kadar kör, sağır, dilsizdir hepsi. Grace’in gözünden baktığımızda zencilerden daha çok “bildiğimizin” farkına varırız. Farkına vardığımız anda iktidara çiftlik sahibi yaşlı kadın değil, biz geçeriz. İktidar el değiştirir sadece. Grace’in kişiliğinde “onların mutluluğu ve refahı için” çalışmaktan başka çıkarı olmayan yalancılar oluruz. Bizim çıkarımız yok mudur? Grace ilk iktidar sarhoşluğunu “Onları özgürlüklerine kavuşturdum ama bir teşekkür bile etmediler.” diyerek yaşar.
Yönetmen Mira Nair’in “Muson Düğünü” filminde “çıkar”lar iyilik elbisesine bürünerek sakilleşmez. Bilakis doğal oluverir; doğal olan onay almasa bile anlaşılabilir. Kalabalık geçeceği anlaşılan düğünü elindeki 3 adamla organize etmeye çalışan Hintli, muson yağmuru baskınına karşı bahçeye kurulan çadıra su geçirmez malzeme kullanması karşılığında düğün sahibinden fazla para talep edeceğini gün gibi biliyordur. Ucuz tüccar yaklaşımı son derece net okunduğu için ona kızılmaz. Sübyancı ve ensest Rej amca istediği gibi hareket etmesinin karşılığı olarak ailenin gençlerine okusunlar diye parasal yardımda bulunur. Aditi’nin babası erkek kardeşi ölünce onun çocuklarını ve karısını da yanına almıştır; evde hep beraber yaşarlar. Ekonomik açıdan yetişemediğinde Rej amcanın varlığı çok önemlidir. Bilinçaltında acaba Rej amcanın sübyancılığını biliyor mudur? Biliyorsa bununla yüzleşeceği aşikar değil midir? Çünkü hayat ertelenen her duygu için kişinin kendisinden daha büyük bir parça götürecektir. Tümü gittiğinde insanın, geriye kalan her ne ise o, kişinin kendisine çevirdiği bir silah olacaktır. O halde doğallık ve dürüstlük en kolay olanı değil midir?
Trier’in yarattığı “Manderlay” kasabasında Grace hiçbir şeyle yüzleşmez. Örtüktür, saklıdır, yüzeyseldir ve kötülük yaptığının farkında olmadığı için daha kötü ve şeytanidir. Gün geçtikçe, ölen çiftlik sahibi kadının yerini alıyordur. Kendisinin bunun farkına varmamış olması mümkün müdür? Kadından kalan defteri her fırsatta okur ve içinde bir tür zenci kullanım klavuzu gibi olan bilgilerden faydalanır. Manderlay kasabasında gençler ve çocuklar da vardır ama sevilmezler. Annelerinden sürekli dayak yerler. Grace’in başkanlığında toplanan demokrasi derslerine Grace’in babası tarafından bırakılmış iki-üç silahlı koruma dürtüklemesiyle gelirler. Filmin başından sonuna kadar bu silahlı adamlar hiçbir işin ucundan tutmaz ve iktidar sahibinin gölgesinde kendi iktidarlarını sürdürürler. Sömürülen yine zenciler olur. Zencilerin Grace’i yeni sahip gibi görmeleri direkt olarak Grace’in suçu değildir elbet. Zenciler kendi yaşamları için alternatif üretmek nedir bilmezler, Trier’in kasabasında.
“Muson Düğünü”nün geçtiği Yeni Delhi tüm karmaşasına ve zıtlıklarına rağmen geleneksel olana bağlılık yemini vermiş gibi görünen insanlarıyla uyum içinde akar. O uyum izleyiciye yalnız olmadığı duygusu kadar, süreklilik hissi de verir. Muson Düğünü o süre içinde ölümü düşündürtmez ya da doğallık silsilesi içinde ölüm de kendisini turuncu renkle ifade eder; sıcak, olumlu ve kabullenilir…
Manderlay kasabasında başgösteren kıtlık sırasında kasabanın tek atı, hasta bir çocuğa besin olsun diye kesilir. Bu kesim işini Grace organize eder. Hasta çocuktan başkası et yemeyecektir. Cam kenarındaki küçük yatağında yatan çocuğa her akşam annesi bir kap içinde et bırakır. Kendisi neden yedirmez, bilinmez. Cam içindeki tabakta et kasaba yaşlılarından birinin dikkatini çeker. Eti sürekli çalar, boş tabağı cam içine bırakır. Trier bu olayı kasabanın karanlık havasını daha da karartmak için koymamıştır; buradaki mesaj başkadır; yaşlılar bencil olur. Bu bencillik yaşlı kadına ölüm getirir. Çocuk yeterince beslenemediğinden mi yoksa tifodan mı olduğu kesinlik kazanmadan hayatını kaybeder. Çocuğun ailesi Grace’in demokrasi derslerinde öğrettiği gibi “hiçbir suçun cezasız kalmayacağı”ndan hareketle yaşlı kadının ölüme mahkum edilmesini ister. Demokratik toplum oldukları için referandum yapılır ve herkes –Grace hariç- yaşlı kadın için ölüm cezası verir. Grace bu defa demokrasi öğretmeni değil cellat olacaktır. Yaşlı kadını “üzülme, korkma, seni affettiler, hadi sen uyu şimdi” diyerek kandırır, başında uyuması için bekler, uyuduğundan emin olunca da kadının kafasına tek bir kurşun sıkar. İnsanın kanını donduracak derecede soğukkanlıdır, Grace.
“Muson Düğünü”nde; Tej amcanın suçu yüzüne vurulmadan gitmesinin istenmesi filmin dönüm noktalarından biridir. Tej amcaya kimse hakaret etmez, kimse üstüne çullanmaz, kimse bağırmaz, kimse “imhası” için el kaldırmaz. Tej amcadan düğün başlamadan önce gitmesi ve bir daha hiç gelmemesi istenir. Amca karşı koymaz, yüzünde pişmanlık ifadesi ya da kızgınlık vs. yoktur. Kabullenir ve gider. Geride bıraktığı psikolojisi bozulmuş olabilecek çocuklar sevgi çemberi içinde olacaktır. Yönetmen Mira Nair bu çocuklara bir şey olmayacağının sözünü o turuncu, sarı, kırmızı renkler ve arınmayı da sembolize eden muson yağmurları altında yıkanmayla verir.
Manderlay kasabasında insanı dehşete düşüren; adeta bir din kitabı haline gelmiş olan defterin ölen yaşlı çiftlik sahibi kadın tarafından yazılmadığı, yazarının zenci kahyadan başkasının olmadığı gerçeğidir. Zencilerin kullanma klavuzu yine bir zenci tarafından beyazlar için yazılmıştır. Defterin zenciler üzerinde uygulanabilmesi için yine bir beyaza ihtiyaç vardır. Grace’in kasabayı terk etmesine izin vermezler. Köle kim olmuştur?
“Manderlay” filmi Dogville gibi tek bir stüdyoda geçer. Çiftlik, caddeler, evler, avlular, tarlalar çizgilerle belirlenmiştir. Hayali kapılar vardır; oyuncular kapının çalma sesini duyarlar ve pandomimdeki gibi kapı açarlar. Kostümler gri ve tonları ya da kahverengi ve tonlarıdır. Hem Manderlay havasının rengini verirler, hem de toprağının. “Muson Düğünü” filmi ise bir renk cümbüşüdür. Doğanın özellikle tüm sıcak renkleri, en hüzünlü ya da rahatsız edici sahnelerinde bile kullanılır. Hint film geleneği olan bol sözlü müzik unsuru bu filmde de kullanılmıştır. İnsanlar duygularını ifade için müzikten faydalanır, günlük konuşmalar herkes birbirinin ağzından lafı aldığı için iletişimsizlik izlenimi veren bir başka cümbüş içinde geçer ama hâlâ samimidir. Bu film Hindistan’ın varlıklı kesimi üzerine hem eleştirel hem güler yüzlü bir bakış getirir.
Trier’in “Manderlay”inde gerilimi arttırmak için barok müzik kullanılır. İki boyutlu dekor ve iç karartıcı renkteki kostümler arasında iletişim sıkıntısı çekmeyen (ve belki de o yüzden vahşi ve müstehcen olan) insanlar barok müziğin yaylı çalgılarının çıkardığı düzenli, ahenkli sesler arasında tezat oluşturur. Üstelik Amerika’nın kısa bir özeti de olabilir; kum fırtınalarının, zenci pamuk işçilerinin, parasızlığın, ayağı çıplak zenci bebelerin, damı akan sundurmaların gölgesinde kölelik ve varlıkların güzelliğinden duygusal bir etkilenim sonucu ortaya çıkan barok müzik. Üstelik barok müzik abartmalı bir biçimcilikten yana olduğu için de bu filme çok yakışmaktadır. Barok müzik soyluların kültürel alanda egemenliğini ilan etmesi olarak düşünülürse, kapitalizmin vurgulanması açısından bu film için seçimi doğru olmuştur.
“Muson Düğünü” Yeni Delhi’de çekilmiş bir film. Kullanılan dış mekan sayısı oldukça az. Düğünün yapılacağı bahçenin gece ve gündüz çekimleri, Yeni Delhi’nin kent yaşamından genel görüntüler, birkaç panoramik görüntü dışında başka mekan kullanılmamış. İç mekan olarak da bu kalabalık ailelerin yatak odaları, mutfak, salon görüntüleri kullanılmış. Yerel kıyafetler, ait olduğu yerde yapıldığı için fazla para harcanmamış olmalı (sırf kumaş zenginliğini görmek için bile bu filmi izlemeye değer!) Bunun yanı sıra yağmur altında düğün sahnesi oldukça inandırıcı (kaldı ki Yeni Delhi’de yılın önemli bir bölümü muson yağmurlarıyla geçiyor; yönetmenin bu konuda sıkıntı çektiği düşünülebilir mi?).
Lars Von Trier’in Manderlay’inde kum fırtınası sahnesi dışında yönetmenini ve set ekibini zorlayan bir sahne yok. Tamamı aynı stüdyoda çekildiği için kumların temizlenmesi zorluk çıkarmış olsa gerek. İlginç olan; Trier’in kum fırtınası sahnesinde gerçek kum kullanması, öte yanda köleler pamuk tarlasına tohum atarken ve hasat zamanı toplarken pandomim yapmaları. Filmde dikkati hep aynı noktada tutmak adına böyle bir yol izlendiğini düşünsek bile ellerinde çapa mı, orak mı ne olduğu anlaşılmayan hayali aletlerle tepeden genel gösterilmiş bir stüdyo ortamında, bir grup zenci köle dikkatin çoktan dağılmasına sebep oluşturuyor.
Sonuç olarak; doğu gelenekselliğini koruduğu sürece küreselleşmeye teslim olmayacak. Batı kendi yarattığı sorunlar için kendi üretemediği çözümler karşısında pin pon topu gibi gidip gelecek. Bu noktada küçük bir alıntılamanın tam zamanı: Lars Von Trier bir ropörtajında “Sanırım ‘Manderlay’den sonra hem zenciler, hem de Ku Klux Klan’cılar, birlik olup beni öldürmeye kalkacaklar.” diyor. Batının (Amerika’nın) sembolleri geleneklerle sağlamlaştırılamadığı için (geleneklerin oluşabileceği tarihsel geçmişe sahip olmadıkları için) yerle bir olacak, doğu ise geleneksel Hint kıyafetinin (sari) bol kumaşlı kıvrımlarında taşıdığı cep telefonu gibi yeniyi kullanarak ama ona teslim olmadan yaşayabilecek (sarinin içine cep telefonu taşımak için özel bir cep ekleme veya benzer bir çözüm gelmediği ve üretilen giysilerin etiketinde “Just Do It” yazmadığı sürece…).
Grace zencilere demokrasi dersi verirken…
(geri planda demokrasiyi koruma altına alan “iyi” adamlar)
.
Bu Eleştiriyi Paylaşın!