İlk yarıda hafif ve eğlendirici geçen ve melodileri aklımızda kalan film, ikinci yarının başında tahmin edilebilir bir son vaat etse de, ters köşe yapıyor.
1997’deki Titanic’ten sonra en çok dalda Oscar’a aday olan La La Land, 26 Şubat 2017’deki törende, En İyi Film ödülünü alacağı beklentisi yaratmış, daha sonuçlar açıklanmadan güçlü rakibi Moonlight karşısında üstün konumuna güvenerek ‘havalı’ bir intiba bırakmıştı. Ödülden bir kaç gün önce, Amerika’da sosyal medyada dolaşan ‘Ödülün yanlışlıkla bir filme verildiği ilân edilse ne olur?’ tarzındaki söylentileri de düşünecek olursak, La La Land, Chicago (2002) müzikal filminden sonra, bu türe ara verilen bir dönemde, her bakımdan kendinden söz ettirdi.
Başından itibaren dans sahnelerindeki kalabalık kadrosu, koreografisi, müziği, dansları ve mevsimlerin ruhuna göre değişen renklerle içimizi açan film, hikâyenin gidişatı itibariyle sıkça rastladığımız klişe çift hikâyesinden farklı. Müzikalden beklenen, hayal kurdurma ve hoşça vakit geçirme amacını göz ardı etmesek de, oyunculuk hedefi olan Mia (Emma Stone) ve müzisyen Sebastian’in (Ryan Gosling), gerçekçiliği şüpheli bir tanışma hikâyesi sonrasında gelişen ilişkilerini, her birinin hayattaki hedeflerini ve bunlara ulaşma araçlarını ciddiyetle anlatıyor. İlk yarıda hafif ve eğlendirici geçen ve melodileri aklımızda kalan film, ikinci yarının başında tahmin edilebilir bir son vaat etse de, ters köşe yapıyor. İzlediğim seanstan çıkan herkeste, hüzün ve hayal kırıklığıyla hayallere ulaşma ve bunun için verilebilecek ve verilemeyecek ödünlerdile getirilmiş, herkes bir sorgulamaya girmişti. Ki film, sırf bu sorgulatma için bile izlemeye değer.
James Dean’in Rebelwithout a Cause (1955)’undaki yıldız gözlem evi gibi 1950'lerin film ve müzikallerinden esintiler taşıyan, RyanGosling ve Emma Stone’un birbirine uyan, abartısız oyunculukları "En İyi Aktris" ve "En İyi Aktör" adaylıklarının boşuna olmadığını gösteriyor. Yine bir müzik hikâyesini, öğretmen-öğrenci ilişkisi üzerinden anlatan Whiplash (2014)’in de yazarı ve yönetmeni olan yönetmen Damien Chazelle’in, bu film için müzisyen tercihinin John Legend olması da, hem caz ve bluesun harika örneklerini dinlemek için, hem de film boyunca eleştirilen popülerlik kaygısını göstermesi bakımında çok isabetli bir seçim olmuş. Böylece, müzik ve oyunculuk başta olmak üzere, sanat dünyasındaki başarı, emek ve para gibi temalar üzerinden Mia ve Sebastian’inhikâyelerinde güzel bir serim, düğüm, çözüm görüyoruz. Sebastian’ın sanat dünyası için söylediği güzel bir cümleyle bitirelim; “Theyworshipeverythingandtheyvaluenothing.”
Bu Eleştiriyi Paylaşın!