Hakkında çok şey yazıldığı ve birçok ödül aldığı için herkesin bir şekilde duyduğu ve bildiği bir film olduğunu düşünüyordum, “Çoğunluk” filminin. Ancak pek öyle değilmiş; en azından kendi çevremdeki birkaç sinefil haricinde izleyen pek kimseyi bulamadım. Aslında ben geç bile izledim; sitede daha önce kimsenin yazmamış olmasına da biraz şaşırdım bu yüzden…
Andrei Tarkovsky kendisine sorulan “Neden hemen her filminizde Anatoly Solonitsyn ile çalııyorsunuz?” tarzı bir soruya nefis bir cevap verir: “Çünkü oynamıyormuş gibi oynuyor.”
Sade oyunculuk bizim toplumumuzda pek prim yapan bir şey değildir; biz tiyatro oyuncularının sinemaya geçmelerine haddinden fazla sıcak bakar ve bağrımıza basarız. Bu nedenle –hala günümüzde bile- Stanislavski tarzı bir oyunculuk alkış alır izleyiciden. Oysaki tiyatronun görece fakir dekorunda izleyici etkilemek için düşünülmüş bu büyük mimikli oyunculuk, sinemanın teknik olanaklarının arasında “fazla” kaçmaktadır. Kameranın yaklaşma-uzaklaşma-odaklanma gibi olanakları ve zaman atlamalı kurgu gibi sinemasal olanaklar dahilinde bu büyük oyunculuk çokça göze batan bir etki uyandırıyor. En büyük yan etkisi sahiciliğin yok oluşu, bana kalırsa… İzlediğimiz şey bir Yunan Tragedyası’na bürünüyor.
“Çoğunluk”, işte tam da buna zıt bir oyunculuk ile baştan sona bir sinema filmi olarak izletiyor kendisini. Hatta öyle ki, filmin başrol oyuncusu olan Bartu Küçükçağlayan oynamıyormuş gibi oynuyor. Altın Portakal’da “En iyi erkek oyuncu” ödülünü alması boşa değil, kesinlikle hak etmiş. Keza Settar Tanrıöğen de nefis oynamış. Tam bir baba! Hatta oğlu ile ilişkisi o kadar sahici ki kimi yerlerde “Aha vallahi babam işte!” diyebilirsiniz.
Annenin evdeki iletişimsizlikten yakınması, oğulun ceza olarak şantiyeye gönderilmesi vb. birçok yan hikayecikle günümüz ev halinin çok güzel bir portresini çiziyor senarist-yönetmen Seren Yüce. Yönetmen-senarist birliğinin –hep dediğim gibi- yine lehimize işlediği bir film olmuş, “Çoğunluk”.
Mertkan (Son eki “kan”la biten bir adın tercihi çocuğun aile yapısını anlamak açısından önemlidir ve iyi bir seçimdir; çünkü hiç mert bir insan değildir.), klasik bir orta-orta üstü bir sınıfa mensup şimdilerde kimilerinin “apaçi” diyerek aşağılamaya bayıldığı bir tipi “andırmaktadır”. Dinlediği müzik, evdeki konumu, arkadaşları ve onlarla kurduğu diyaloglardan bunu anlıyoruz. Ortalarda boş boş takılan bir çocuktur; genel anlamda bir hayat bakışı yoktur; var olan bakışı da babasının etkisindedir; tavırları ve mimikleri, kadınlara karşı davranışları vs. Ancak kendisi pek pasif bir çocuktur. Piyasa anlamıyla “işbitirici” değildir; aksine gizlediği duygusallığı ile daha “çocuk”tur. “Kadın” onun için –arkadaşlarının ve de babasının doldurmasıyla- evlenilecekler ve eğlenilecekler gibi cinsiyetçi iğrenç bir kategoriye maruz kalmaktadır.
Bir kafede çalışan Kürt kızı Gül ondan hoşlanmaktadır, keza kendisi de hoşlanmaktadır; ancak öncelikle arkadaşlarının seksist aşağılaması, sonrasında da babasının milliyetçi hezeyanlarının dolduruşu ile gerçek hislerini ortaya dökememektedir. İki yüzlü bir ahlak anlayışına hem kız arkadaşını hem de kendisini kurban verir. Çoğunluğun saflarında yer tutarak ve babasının ona sunduğu basit hayatı içselleştirerek vicdan azabı denen şeyi de kolaylıkla atlatır. Filmin son sahnesi bu anlamda hem çok iyi bir sahnedir hem de çok önemlidir. Statüko kazanmıştır çünkü…
Kültürler moziği klişesi ile tanımladığımız Anadolu kültürü nedense bu mozağiye -tıpkı bu filmde olduğu gibi- hiç değer vermeden yaşanan bir yerdir uzun zamandır… Bir insanın doğduyu yer ile karakterini örtüştürüp, yanlış genellemelere maruz bırakmak halen benim de çevremde gördüğüm bir tutumdur. Amerika’da siyahların hakları üzerine çalışmış olan Annie Elizabeth Delany bu durumu şu güzel cümlesiyle açıklar: “Bana her zaman öyle gelmiştir ki, beyazlar birey olarak yargılanırken, siyah biri aptalca ya da yanlış bir şey yaptığında bu hepimize karşı kullanılıyor.”
İşte bu filmin kökünde de bu hissiyata karşı bir duruş yatıyor. Gül’ün kökenleri konusunda baba, Mertkan’a baskı yapar; oysaki kız üniversitede mimarlık okuyan ve aile baskısı gören, çok sıradan (kötü anlamda değil) bir kızdır. Mertkan’ın tavrı ise filmin adını somutluyor; hiçbir sorguda bulunmuyor Mertkan. Oysaki Gül’ün yaşadığı şehri hiç önemsememiştir; hatta sürekli unutur kızın nereli olduğunu… O kadar ilgisizdir. Ancak bu ilgisizlik sinizmden gelmektedir…
Seren Yüce hiçbir şeyi yüzümüze bir tokat gibi çarpmıyor; daha çok “anlayana…” gibi bir yaklaşımı tercih ediyor. Her ne kadar bu feysbuk tarzı “anlayana…” yaklaşımını sevmesem de bu filmde çok sırıtmıyor. Hatta bundan fazlası kör kör parmağım gözüne olurdu; o nedenle çok yerli yerinde buldum söylemini.
Film, öyle muhteşem görsellik vaat etmiyor; zaten öyle bir konusu da yok. Ancak Bartu Küçükçağlayan , Settar Tanrıöğen , Esme Madra ve Erkan Can öyle güzel bir oyunculuk çıkarmışlar ki, konuya odaklanmaktan başka bir şey de yapamıyorsunuz. Yani konu güzel ve güncel; oyunculuk şahane; kurgu ve dramatizasyon nefis…
Diyeceğim o ki, izleyin. Çoğunluğun dediği her zaman doğru değildir!
Bu Eleştiriyi Paylaşın!