Film Eleştirisi, Sinema, Film eleştirileri, Film kritik, Film yorum
Film Eleştirisi, Sinema, Film eleştirileri, Film kritik, Film yorum


Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Yazan : Pelin HELVACI

Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok
Yönetmen
Lewis Milestone
Senarist
George Abbott
Lewis Milestone
Oyuncular
Lew Ayrs
Louis Wolheim
John Wray
Tür
Drama, Tarih, Savaş
Yapım
136dk. Abd, 1930

 

 

“Savaşı kim istiyor?, kimin için savaşıyoruz?”






Alman yazar Erich Maria Remarque'ın 1929 yılında yazdığı (Im Westen nichts Neues) kitabından bir yıl sonra uyarlanan film, konusu itibariyle siyaset bilimi, tarih, sosyoloji ve psikoloji bölümlerinde okuyanlar ve dönemle ilgilenenler için iyi bir başlangıç. Bu kült film, 1930 En iyi film Oscarı'nı, yönetmen Lewis Milestone da en iyi yönetmen ödülünü kazandı. Filmi değerlendirmeye başlamadan önce, Remarque'ın kitabı yazdığında çok ses getirdiğini ve kitabın filme uyarlanacağı zaman kendisinden ana karakter olan Paul'ü canlandırmasının istendiğini ama yazarın bunu kabul etmediğini söylemeliyiz. Paul karakterini başarıyla Lew Ayres canlandırıyor. Film boyunca gerek diyaloglarda, gerek olay akışında milliyetçiliğin I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında pratikte uygulanışını, yorumlanışını, “düşman”ın kurgulanışını ve kitlelerin mobilize edilişini kimi zaman sarih, kimi zaman sembolik öğelerle görmekteyiz. 

Üniversitede tarih hocasının derste öğrencilerini savaşa katılmaları için ikna etmeye çalışmasıyla ve öğrencilerin tahtaya “Paris’e!” yazmasıyla açılan film, Paul adındaki gencin gözünden savaşı anlatıyor. Savaşa katılmaları için günlük hayatta karşılaştıkları öğretmen, postacı, memur gibi toplumun her katmanı tarafından “kara propoganda” ile teşvik edilen gençler sonunda birliklerine yazılıyor ve cepheden koğuşa yemekten spora kadar bütün yönlerini göreceğimiz uzun bir hikâye başlıyor. Cepheye gitmeden önce aileleriyle vedalaşan gençlere aile üyelerinin söyledikleri dönemdeki güç, iktidar ve zafer söylemlerini ve bunların gündelik hayattaki tezahürlerini yansıtıyor. Paul’ün babası “Korkunun erkekçe bir duygu olmadığını” söylerken Paul’ün savaşa katılmasına biraz daha gönülsüz olan annesinin “zayıflığı ve duygusallığı” karşısında bu şekilde “zafere gidilemeyeceği” söyleniyor ve “üstün Alman milletine” vurgu yapılıyor. Bu da siyasi birliğini 1870-71 Prusya-Fransa Savaşı'ndan sonra geç sağlayan Almanya'nın milliyetçilikle temasının Fransa gibi “sivillik ve vatandaşlık” üzerinden değil de, dil ve ırk gibi unsurlarla ortaklık ve “Alman milleti” sağlamaya çalışmasından kaynaklanıyor. Bu, aynı zamanda savaşın yenilgisini ve Versailles Antlaşması’nın sonuçlarını bizzat yaşayan Nazilerin ilerleyen yıllarda iktidara gelişini de açıklıyor.

İkinci bölüğe teslim olduktan sonra anlatılan destansı savaş hikayelerinin etkisiyle hemen silah alarak “düşmana saldırmaya” heveslenen gençlerin savaş hakkındaki düşünceleri ve savaşa katılma gerekçeleri “Savaşı kim istiyor?, kimin için savaşıyoruz?” gibi sorularla güçlü olma, kahramanlık ve milliyet temaları üzerinden verilirken; çizme, kıyafet ve yiyecek gibi lojistik desteğin dağıtımı ve ölenlerin malzemelerinin tekrar savaş alanına girmesiyle savaşın yavaş yavaş insani ve toplumsal boyuttan sıyrılarak istatistiki boyuta geçtiğini görüyoruz. Örneğin, tedavi gören Kemmerich’in amcasından kalan ve değeri vurgulanan deri çizme, onun ölümüyle arkadaşı Mueller’e geçiyor ve çizmenin tekrar savaş alanına girdiği seyirciye özellikle vurgulanıyor. 

Cephede birebir savaşmadan önce “Okulda gerçek hayatta işe yarayacak şeyler öğrenmiyoruz”
diyerek savaşı meşrulaştıran gençlerin, savaşın gerçekliğini yaşadıktan sonra, “Barış ilan edilse ne olurdu” diye hayaller kurmaları ve sivil hayatlarında hiç fark etmedikleri kiraz ağacının güzelliğini fark etmeleri umut verse de Ken’in sözü gerçeğin ağırlığını bir kez daha gösteriyor: “Öldürmek zorundayız, bunun için buradayız.”

Filmin ikinci saatinden itibaren daha sürükleyici geçen ve dönemine göre oldukça başarılı savaş sahnelerinde yine düşündürücü unsurları Paul’ün monologlarında görüyoruz. Düşman Fransız askerinin sipere düşmesi ve askerin kucağında ölmesi üzerine Paul, “Seni tanımadan önce benim düşmanımdın. Sen de benim gibi bir insansın işte. Beni affedebilecek misin?” sözlerini söylüyor, devamında “Ne de olsa savaş savaştır” diyor. Paul’ün ve arkadaşlarının “düşmanın da insan olduğunu görmeleri” bir sonraki sahnenin de ana teması. Bu sefer de “sivil düşman kızların” yemeğe hasret kalmaları ve karınlarını doyurduktan sonra Suzanne’ın “Sanki savaş, dehşet, şiddet birdenbire mucize gibi kayboldu” sözü savaştan, milliyetten, dilden bağımsız başlı başına insan olmanın ortaklığının yettiğini gösteriyor.

Savaşın sonuna doğru gelindiği bölümlerde ampute organlar ve sakatlıkla yaralı askerlerin yaşadıkları dokunaklı sahnelerle gösterilirken ölen askerlerin yakınlarının morg ziyaretleriyle ölümün gerçekliği ve başka zamanlara nazaran kolaylıkla kabulü soğukkanlılıkla veriliyor. Bu dönemde geçici bir süre için evine dönen Paul’ü asker kıyafetleriyle tanıyamayan annesinin hissettiği yabancılaşmayı sivil kıyafetle gittiği barda herkesin savaşı desteklemesi ve kâğıt üzerinde askeri manevra tartışmaları yapması her kesimden insan için savaşın uzaktan oyun gibi gözüktüğünü gösteriyor. Bunu takip eden sahnede de film, başladığı yere dönüyor ve farklı öğrenciler farklı hoca tarafından “vatan için savaşmaya” teşvik ediliyor. Okulunu ziyarete gelen Paul’ün sözü kahramanlık hikâyesi bekleyen öğrencileri tatmin etmiyor:  “Bilmediğiniz bir şeyi anlatamam.” Mayıs 1918'de savaşın bitişini gördüğümüz filmin sonunda artık ikinci bölükten hayatta kalanlar azalmıştır ve Paul’ün son sözü savaşın insani boyutunu özetlemektedir:  “Artık oraya dönecek kadar masum değilim.” Filmde bir yansımasını gördüğümüz ve sorgulanması gereken vatan, vatandaşlık, milliyetçilik ve yurtseverlik kavramlarının Antik Yunan, Roma, Aydınlanma çağı ile 19. ve 20. yüzyıldaki oluşum ve gelişimleriyle ilgili olarak akademisyen Maurizio Viroli’nin Vatan Aşkı (For Love of Country) kitabına bakılabilir.


Bu Eleştiriyi Paylaşın!